LİMAN ÖYKÜLERİ
23 Ocak 2013 Çarşamba
24 Aralık 2012 Pazartesi
Burgaz'da Dolunay
BURGAZ’DA DOLUNAY
Hiç
boşluksuz olmuş muydu içi, bilmiyordu. Muhtemelen hayır. En mutlu ve en canlı
hissettiği anlarda bile kendini, hep bir şeylerin eksikliğini duyumsardı içten
içe. Ve ruhunun o pek dolu ve yükselmiş olduğunu sandığı zamanları anımsadığında,
aslında tam olarak bilemiyordu mükemmele yakın hissettirenin ne olduğunu. Çok
sevilen bir sevgilinin doyumsuz kokusu ya da yalnızca onun gözlerine görünen ışıltıları
mıydı? Yoksa iyi bir iş başarmanın ve özendiği kimseler tarafından takdir
edilmenin verdiği haz mı? Belki de alelade bir mekâna girdiğinde üzerine
yönelen kıskanç bakışlar? Neydi bencil ve kendine tapan ruhunu doyuran, neydi
ki bugün zerresi bile bulunamıyordu bu yabancı sularda seyrederken…
Sabahın
ilk ışıkları ile birlikte her seferinde yinelenen, bilindik bir manzaraya
açmıştı gözlerini. Hiç haz etmediği sabah güneşi tenini yakıp yüzündeki
gençliği biraz daha akıtıp tüketirken gözlerinin kenarlarındaki
kırışıklıklardan, sahilde giderek belirginleşen binalara, yeni bir limanın tanıdık
mendireğine bakıyordu. Kıyıda, doğaya yapılan ayıbı hafifletir düşüncesiyle
olsa gerek, beyaza boyanmış birkaç büyük otel gördü; önlerindeki kumsala
yayılmış şezlonglar ve şemsiyeler seçilmeye başladı sonra. Aslında şehir yeşilin
içine gömülmüş gibiydi, tabiatla beraber yaşayabileceğimizi göstermek için
nafile bir çabanın ürünüymüşçesine. Neden sonra kumsaldaki insanları ayırabilir
oldu miyop-astigmat gözleri. Sabahın bu saatinde kumsalın kalabalığına şaştı,
öğleyin başlayan sert rüzgâr nedeniyle kent sakinlerinin erkenden denize
girdiklerine dair bir söylence geldi aklına sonra. Birisi mi söylemişti, bir
yerde mi okumuştu, bu kente mi aitti, bilemedi. Bir kez daha, gidilecek yer
hakkında önceden bir şeyler öğrenmek üzere kendine defalarca verdiği sözü anımsadı
ve alışkanlık edinemediği şeyler için -artık alışkanlık olduğu üzere- kendine
sağlam tarafından sövdü. Bu arada, üzerindeki binlerce ton yük yetmezmiş gibi;
onu, diğerlerini ve tümünün ağırlıkları ölçülemeyecek hikâyelerini yeni bir
limana taşıyan gemi usulca yol almaya devam ediyordu.
“Bütün
liman kentleri az ya da çok birbirlerine benzerler. Bazılarının tarihleri antik
çağlara uzanır; şarap, zeytinyağı ve baharat ticareti zenginleşmiş,
kalabalıklaşmış, başka diyarlardan gelen yabancılarla kaynaşmış, gemilerin ve
denizcilerin binbir ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılmış eski liman
kentleridir onlar. Bazıları ise, daha yakın günlerin gereksinimleriyle ortaya
çıkmış, zamanın ruhu ve tekniğini ile donanmış, binlerce insanın köle olarak
yüklenip boşaltılmasına, deniz ablukalarına, bombardımanlara, insanın nasıl
yüzdüğüne akıl sır erdiremediği büyüklükteki gemilere, devasa vinçlere ve göz
alabildiğine uzanan konteynır yığınlarına tanık olmuştur. Kimisi önemini
yavaşça kaybetmiş, zaman içinde yitip gitmiş, ıssız birer harabe kente
dönmüşlerdir. Yine de, o harabelere bile baktığında insan, hüzünle karışık bir
sıcaklık hissetmekten alıkoyamaz kendini. Çünkü liman kentinin konuksever ruhu,
yorulmak bilmeyen dalgalara eşlik ederek gezinir durur oralarda bir yerlerde. Geleni
geçeni ağırlamak ister de belki eski günlerdeki gibi, sesini duyuramaz,
sönmüştür çünkü fenerleri. Bozkıra, çölün ortasına ya da yüksek dağ yamaçlarına
kurulmuş bir kentin somurtkanlığı, kasveti, sert coğrafyasının halkının yüzüne
yansımış soğukluğu ve hoşnutsuzluğu hangi liman kenti ve insanıyla
karşılaştırılabilir... Gemiler gelir geçer limanlardan binlerce yıldır; doğuya,
batıya, kuzeye ve güneye giden gemiler. Fırtınadan, düşmanlarından,
korsanlardan, yurtlarından kaçanları, onları kovalayanları, maceraperestleri, tüccarları
ve kim bilir hangi yazgı ile kendini denizde bulmuşları taşıyan gemiler. Ve her
gemi aslında bir yabancı taşır limana; başka dilden ya da lehçeden konuşan,
siması pek tanıdık gelmeyen, hareketleri tuhaf, başlangıçta yadırganan ama daha
sonra alışılan, yabancı ama her insan gibi insan olan. Ve her gemi aslında bir
yabancı taşır limana; içinde bilinmeyen bir yere gelmenin heyecanla karışık
ürküntüsünü taşıyan; denizden yorgun; yaradılışının hammaddesine yönelik bilinçsiz
bir özlemle toprağa kavuşmak, değişik yüzler görmek, belki farklı lezzetler tatmak isteyen;
yüzleri tanıdık, mizaçları alışılagelmiş olmayan; anlaşılmaz sözler söyleyip
garip el kol hareketleri yapan; çeşit çeşit giysilere kuşanmış; insanlara ulaşmayı
içten içe arzulayan…” Daha da yazardı herhalde ama şimdi rıhtıma iyiden iyiye
yaklaşmış gemisinden dürbünüyle kentin ayrıntılarını incelemek daha çekici
geldi ansızın. Yeni kent, bir çırpıda ağızdan dökülüverecek bir ya da birkaç
özelliğiyle değil, keşfedilmeye, yaşanacak farklı etkileşimlere hazır haliyle, salt
“yeni” olduğu için karamsarlığını dağıtmıştı biraz, içindeki boşluğu daha az
duyumsamasını sağlıyordu. Zaten bu olmazsa olmaz bir şeydi, yoksa içindeki o
boşluk tüm ruhunu kavrayıp yok edecekti.
Çıktı,
çok yalnızlık çektiği o gemiden uzaklaşarak kendini kentin içine akarken buldu.
Limanın çıkışına doğru, totaliter rejimin artığı, köhneleşmiş ancak
zorunluluktan halen kullanılan, her şeye hâkim olma iddiasındaki bir düşüncenin
mimari yansıması binalara ilişti gözleri. Sonra da insanlara. Limanın büyük
giriş kapısının hemen dışındaki parkta gördü önce onlardan birkaçını. Hemen her
limanın yakınlarında bulunan kılıksız, ne iş yaptıkları ya da herhangi bir iş
yapıp yapmadıkları belli olmayan, ama aslında müşterileri tarafından kolayca
tanınan tiplerdi. Kentin ana caddesine doğru, kalabalıklaşan güzel insan
topluluklarını izledi. Yüzlerine, gözlerine bakarak ne düşündüklerini, ne
hissettiklerini, mutlu olup olmadıklarını anlamaya çalıştı. Bebek arabalarını araç
trafiğine kapalı ana caddenin taşları üzerinde iten anne-babalar, kızlı erkekli
grup halinde dolaşan yeni yetmeler, parklardaki oturaklarda kemiklerini akşam
güneşinde ısıtarak sohbet eden yaşlılar, buldukları her köşede buldukları her
şeyle bir an bile durmaksızın oyun oynayan çocuklar, yoldan geçenlere yere
serdikleri örtüler üzerinde türlü ıvır zıvır satmaya çalışan çingeneler gördü. Bir
şeyler atıştırmak için cadde üzerindeki masasına oturduğu kafede, yüzü gözü kir
pas içinde ayakları çıplak bir kız çocuğu gelip yemeğinden isteyince içi acıdı.
Tepsisini içindekilerle birlikte ikram ettiğinde kız çocuğunun yüzündeki tereddüde,
elini uzatırkenki ürkekliğine daha da üzüldü. Yaşamı koklamaya çalıştı,
insanlarla birlikte sokaklarda yürüdü, gelip geçenleri izleyebileceği kafelerde
oturdu, park köşelerinde oynaşan âşıkları süzdü. Öğleden sonra sertleşen,
kumsaldaki herkesi ve her şeyi yapışkan bir kuma bulayan rüzgârın yalnızca bir
söylence olmadığını yüzünde, gözlerinde ve teninin açıkta kalan her zerresinde
hissetti. Aslında gittiği yerlerde, kalitesini sınarcasına denize girmek gibi
bir huyu vardı ama nedendir bilinmez bu kez ayaklarını sokmakla yetindi. Ve
sonunda mutlu oldu bu kentin kendilerine -ve özellikle bedenlerine- özen
gösterecek kadar zamana, paraya ve bilince sahip, yaşama bağlı insanları adına.
Ve bir kez daha üzüldü kaçınılmaz bir şekilde içlerinden biri olduğu, ne için
yaşadıkları, hatta yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan kendi ülkesinin
insanları için.
Gün
ufkun altına indiğinde, kentin en yüksek ama aslında rakımı fazla olmayan
tepesine kurulmuş parkın içinden geçmiş, yüzünü denizden esen rüzgâra vermiş,
buradan pek engin gözüken ve bugün üzerinde tekinsiz bir sakinlik taşıyan
Karadeniz’i seyrediyordu. Yaz güneşi; replikleri tükenmiş ve artık iyiden iyiye
yaşlanmış duayen bir aktör edasıyla sahneyi terk ederken, kusursuz bir dolunay
final sahnesi için onun yerini ağırdan, hiç acelesi yokmuşçasına alıyordu. Bu
sahnenin, sayısı belki binleri bulan figüranları ise kumsalda geceyi kucaklamaya
hazırlanıyorlardı. Parktan merdivenler ile sahile inilen kısma büyükçe bir
konser sahnesi kurulmuş, içki stantları yerleştirilmiş, yemek reyonlarından
ızgara dumanları yükselmeye başlamıştı. Çoğunluğunu henüz lise çağındaki
gençlerin oluşturduğu gruplar, ellerinde çeşit çeşit içecekler, gece boyunca
kâh yenilecek kâh birbirlerine fırlatılacak atıştırmalıklarla kumsalda hem
sahneyi görebilecekleri hem de çok ayakaltında olmayan güzel bir yer kapmanın
telaşı içindeydiler. Çalı çırpılar toplanmış, parktan kurumuş ağaç dalları
taşınmış, her ihtimale karşı bir yerlerden gaz yağı bulunmuş, öbek öbek ateşler
tutuşturulmaya çalışılıyordu. Henüz sahnede ses düzeninin akortları yapılırken,
ateşin etrafında toplanmış gruplardan yükselen gitar sesleri diğer tüm sesleri
bastırmaya başlamıştı bile. Daha hazırlıklı ve geceyi sabaha taşımaya kararlı
olanlar, kamp çadırlarını ve kalın kıyafetlerini beraberlerinde getirmişlerdi
yaz gecesinin olası soğuğuna karşı.
Figüranlar
içinde, birkaç şarkı dinler giderim diye düşünen, çoğu otuzlarında veya
kırklarında ama onca taze gencin içinde olduklarından daha yaşlı gösteren
insanlar da vardı. Gençlerin aksine, oturduklarında gece dışarı çıkmalık
elbiselerinin kirleneceği kaygısıyla kumsaldaki az miktardaki kayanın bulunduğu
yerde toplaşmışlardı. Böylece, genç kızlar ve delikanlılar kendilerini umarsızca
gecenin gebe olduğu heyecanlara kaptırmak için sabırsızlanırken, bazılarının o
gençlerin anne-babaları oldukları her hallerinden belli olan daha yaşlılar ise “toplumsal
sorumluluk” başlığında toplanan belirsiz şeylerin ve can sıkıcı yetişkin
mantığının yükü altında, türlü düşüncelerle gecenin getirebileceği sürprizlere
karşı kalkanlarını yükseltiyor ve eve dönecekleri saati hesaplıyorlardı. Ve
aslında istinasız hepsi içten içe, şimdi ateşin etrafında türlü şaklabanlıklar
ile kızların ilgisini çekmeye çalışan delikanlılara; birbirine sokulmuş
kıkırdayan, kim bilir hangi yakası açılmamış dedikoduyu kulaklarına fısıldayan
ve türlü bahaneyle etrafta salınan genç kızlara özeniyorlardı. Sahnede yer
almaya başlayan yerel-amatör müzik gruplarını izliyor, beraberlerindeki eşleri
ya da arkadaşlarıyla ilgileniyormuş gibi görünürken, ilk gençliklerinin, ilk el
ele tutuşmalarının, ilk öpüşmelerinin, bu veya başka bir kumsalda ya da bir
parkta ya da okulun arka bahçesinde yaşanmış tatlı anılarında gezintiye
çıkmışlardı. Platonik bir aşkın çoktan unutulmuş sanılan bir anı, artık dillere
destan kestane rengi saçlarını özel günler dışında hep toplu bulunduran kadının
gözlerinde gizlemesi kolay küçük bir damla yaş oluverdi. Bir süredir
elektrogitar sololarını çok gürültülü bulan yanındaki adamın yüzündeki hınzır
gülümseme ise, yine böyle bir gecede, az ilerdeki gibi bir kumsal ateşi
söndükten sonra yaşananlara aitti.
Dolunayın
güneşten alıp yumuşatarak mor-mavi dünyaya sunduğu, denizin dalgaları ile
kıyıya vuran, kumsaldaki gençlik ile birleşip müzik, neşe ve ateş olarak göğe
yükselen bu enerji, ruhunun direnebileceğinden çok fazlaydı. Kendini yavaşça
gecenin akışına bıraktı; merdivenlerden aşağıya süzüldü; kulakları müziğe,
ayakları kumsala, teni ateşe, dili içkiye ve gözleri yalnız başına oturan bir
güzele çekti onu. Sahneyi hafif sol çaprazdan gören, kayalar etrafında
yoğunlaşmış orta yaşlılarla, kendi gürültülerini üreten kamp ateşi gruplarının
arasında bir yere bırakıverdi kendini. Galiba iki tarafa da ait hissetmiyordu,
ne yeterince yaşlı ne de yeterince gençti. İnsan hissettiği yaşta ise eğer, bu
gece yerinde duramayan yeni yetmeler ile aşık atabilir gibiydi; yine de beli
ağrımadan bu şekilde ne kadar oturabileceği sorusunu tetikleyecek sinyaller
gönderiyordu kasları beynine.
Yerleştiği
konumdan, sahnede bozuk İngilizce aksanıyla “Sweet Child O‘Mine” söylemeye
çalışan solisti ve onu daha da kötü göstermek istercesine şarkıyı gayet iyi
çalan müzisyenleri izlerken, gözleri bir taraftan da kısa siyah elbisesiyle, babet
ayakkabılarını hemen önüne çıkararak kuma oturmuş sarışına kayıyordu. Sol
tarafı oldukça kısa kesilmiş, uzun kalan kısımları yüzünün sağ yanını kapatacak
şekilde çenesine kadar bırakılmış saçlarıyla kalabalıktan bir çırpıda
ayrılıveriyordu. Başını müziğin ritmine uydurduğunda, uzunca küpeleri ay
ışığında parıldayarak sallanıyor, yüzünü saklayan saçların hareketiyle sadece
anlık olarak görülebilen profili merakını uyandırıyordu. Müzik ile boyanan bu tabloya,
sağ ayak bileğindeki halhalın nasılsa o gürültüde kolaylıkla ayırt edilebilen
hoş tınısı küçük ama belirgin bir fırça darbesi olarak ekleniyordu. Kendini
neredeyse tüm benliğiyle müziğe kapılmış bulduğunda, bunun o çok sevdiği şarkıdan
mı, elinde biraz da hızlı şekilde yudumlamakta olduğu içkisinden mi yoksa az
ötede oturan sarışının vücut hareketlerine uyma dürtüsünden mi kaynaklandığını
bilemedi. Aslında bu sorunun yanıtı ne çok önemliydi bu anda, ne de çok
umurundaydı. Her zaman gündüze yeğlediği gece, sanki bütün hünerlerini
sergiliyordu şimdi onun için. Her şeyi, tüm gerçekliği ve dolayısıyla
çirkinliği ile yadsınamayacak biçimde gözlerinin önüne seren güneşin parlaklığı
yerine, istediği gibi görmesine ve düşlemesine izin veren, ama bir yandan da ruhunun
zifiri karanlık tarafından ele geçirmesini engelleyen bir sıcak ışık sunuyordu
yaz gecesi.
Oldum
olası özgürlükle zaman arasında yakın bir ilişki olduğuna inanırdı; ne kadar
kurtulabilirse zamanın kıskacından, saate bakmaktan ve bir yerlere yetişmekten
ne denli uzak kalabilirse o kadar özgür duyumsardı kendini. Ne var ki,
insanların tamamının hız tutkusuna kapıldığı sanrısı yaratan 21. yüzyılın yaşam
temposunda, mesleği olan denizcilik de içinde yaşadığı büyük ikilemden başka
bir şeyi temsil etmiyordu aslında. Ufukta karanın görünmediği denizlerde duyduğu
özgürlük hissi, limana yetişmek adına rüzgâr, akıntı ve deniz durumuna göre
sürekli güncellenen bir zaman hesabıyla bastırılıyordu onun için. Bu yüzden,
zamanı yalnızca güneşin ve ayın yüksekliğine bakarak anlayan, rüzgâr
olmadığında yol alamayan ve yaşamları kendisine göre kesinlikle daha yavaş akan
eski zaman denizcilerine öykünürdü. Başını olabildiğince yukarı kaldırdı ve
dolunaya baktı; zaman kavramının kaybolmuşluğundan memnun, özgür, gözlerini kapatıp
etraftaki gecenin birbirine karışan binlerce sesini içine çekti. Sözlerini
anlamadığı yerel şarkıların melodileri, sahil ateşlerinde tükenen odunların
çıtırtıları, kıyıda kırılan dalgaların foşurtusu, kahkahalar, bağırışlar,
çığlıklar, etrafta devam eden eğlencenin kaynağı anlaşılamayan daha nice sesi, şans
eseri bir araya gelmiş büyük bir orkestranın doğaçlama ama olağanüstü
performansı gibi geldi ona.
Yüzünün
sol tarafında hissettiği hafif sıcaklıkla kumların üzerine döndü tekrar. Üzeri
çıplak kaslı vücudu, uzun simsiyah saçlarıyla sahildeki kızlar tarafından
oldukça yakışıklı bulunduğu kolayca anlaşılan bir genç, yanan bir meşaleyi
süratle etrafında çeviriyor, arada bir ağzına yaklaştırarak hayret nidaları ve
alkışlar altında iki-üç metre ileriye alev püskürtüyordu. Hokkabazın gösterisi
genç kızların olduğu kadar ilgisini çekmedi; yalnız, onun üflediği alevler bir
süredir unutmuş olduğu sarışını da biraz rahatsız etmiş olsa gerek, kızın
başını ona doğru çevirdiği ve göz göze geldikleri bir an yaşandı. Arkasından
yükselen alevlerin cezp edici ışığı altında aydınlanan yüzü, kuzey halklarına
özgü çıkık elmacık kemikleri ve keskin hatlarıyla uyum içinde hafif, zarif, var
olup olmadığı konusunda insanı tereddüde düşürecek bir gülümseme taşıyordu. Kahverengi
olduğunu sandığı gözlerinde sakin ve güvenli bir edayla doğruca gözlerinin
içine baktı. Bu anın ne kadar sürdüğünü bilemedi; galiba ateş üfleyenin bir
alevi parlayıp sönene kadar; ama geceyi mükemmele eriştirmek için yeterliydi. Oturduğu
yerden doğruldu ve ona doğru yöneldi. Sarışın, başını yeniden sahneye çevirmiş,
yüzünün sağ tarafını saçları ile saklamış ve fakat onun yaklaştığını
bilirmişçesine bekliyordu.
Birden
duraksadı, niye yerinden kalktığını ve kıza doğru ilerlediğini sorguladı. Ne
istiyordu, ne söyleyecekti ya da herhangi bir şey söyleyecek miydi?
Gülümsemesinden mi cesaret bulmuştu yoksa o an yaşanmasaydı da yanına gidecek
miydi? Kendini son derece iyi hissettiği bu geceyi, sarışından duyabileceği
birkaç olumsuz sözle berbat etmeye değer miydi? Nefret ettiği reddedilme duygusuyla
bir kez daha yüzleşmenin zamanı mıydı şimdi? Ruhunu gecenin coşkusuna kaptırmış
ve karşılıklı yaşanan o anın etkisiyle ilerliyordu ama zihni de türlü olasılık
hesaplarıyla yavaşlatmaya çalışıyordu onu. Ama çoğu kez galip gelen öz-denetim mekanizmasının,
içten içe hissettiği, bu gecenin sonunda aradığı yanıtları bulabilme olasılığına
karşı hiç şansı yoktu. Plansızdı, geceyi nasıl bitirmek istediğini
hesaplamıyor, sadece şu anda onun yanında olmak zorunluluğunu hissediyordu ve
devam etti. Hiçbir şey söylemeden kızın yanına, müzikle hafifçe sallansa
omuzlarının değebileceği, kokusunu alabileceği, mırıldanmalarını duyabileceği,
varlığını hissedebileceği kadar yakınına oturdu.
Sarışın
dönüp bakmadı bile, hiç istifini bozmadan kent lisesinin öğrencileri olduğu
yaşlarından ve hayran kitlesinden anlaşılan grubu izlemeyi sürdürüyordu. Yine
de, artık karşı konulması son derece güç bir dokunma isteği yaratan saçlarının
kenarlarından gülümsediğini görebiliyor, çıplak omuzlarının ve sırtının hafifçe
gerginleşmesinden kendi varlığının yarattığı etkiyi gözlemleyebiliyordu. Ne
yapacağını bilemedi ya da herhangi bir şey yapmak istediğinden emin değildi.
Aslında her şeyin yeterince iyi olduğunu duyumsadı içinde; mükemmel bir gece
için hazırlanmış sahne sarışın güzelin şu anda yanı başında hissettiği varlığı
ile adeta tamamlanmıştı. Hiçbir şey yapması gerekmiyordu, hiçbir şey
söylemesine, hiçbir harekette bulunmasına gerek yoktu. Tensel dokunuşlar ile
karşılaştırılamayacak ölçüde ruhuna dokunuyordu gece ve hissettiği, her şeyin
ötesinde bir doygunluk hali idi. Orada öylece oturmak istedi yalnızca; geceyi,
müziği, gençliği, rüzgârın taşıdığı deniz kokusuyla karışan sarışının enfes
varlığını solumak. Ve öyle de yaptı, ne kadar sürdü tüm anlayamadı, içkisi
bitene, ateş üfleyenin nefesi tükenip gidene kadar mı, yoksa ateşler sönmeye
yüz tutup son grup iki bisten sonra sahneyi terk edene kadar mı? Yan yana
oturdular, hiç konuşmadan, bir daha hiç göz göze gelmediler. Korkuyorlar mıydı;
tekrar göz göze gelirlerse olabileceklerden, geceyi şimdiye kadar mükemmel
kılan bu sahnenin tüm oyuncularını ve dekorlarını bir kenara atıp karşılıklı
oynayacakları oyundan. Bu sorunun yanıtı hiç verilemedi. Onlar, birbirlerinin varlığı
ile ruhlarını besleyerek öylece oturdular. Ve mutluydular. Neredeyse hiç
yabancılık çekmeden, kolayca ve sessizce anlaştılar. Olasıdır ki her ikisi için
de aynı anlamı taşıyordu gece ve galiba ikisinin de mükemmel geceyi tamamlamak
için ihtiyaçları olan birbirleriydi. Bir iki kez, ister istemez, omuzları
birbirine dokundu, aralarındaki sessiz iletişim tenlerinden geçerek içlerine
aktı. O kısacık anlarda daha mutlu ve daha tam hissettiler kendilerini, yine de
hemencecik çektiler kendilerini geri…
Sonra,
dolunay eşsiz bir selamla izleyicilerine veda etti. Yarattığı etkiden son
derece hoşnut, gururlu ve mağrur, bu rol işte böyle oynanır dercesine selamladı
dünyadakileri. Çıkmadan önce üstadını davet etmeyi de ihmal etmedi. Güneş, yüzü
doğuya çevrili liman kentinin üzerine ışıklarını salmak üzere kafasını kaldırdı
ufuktan. Ve tüm geceyi neşe ve kahkaha içerisinde dertsiz, tasasız, yaşayarak geçirenler,
kumsalda uzanmış oldukları yerlerinden doğruldular. Çadırların içinde ve
kumsalda sevişenler, koyun koyuna sabah ayazına direnmeye çalışanlar yavaş
yavaş, her hareketlerinde yaşamanın başlı başına bir lütuf olduğunu hissederek
ayaklandılar. Her yıl 1 Temmuz’da, yazı karşılamak üzere gerçekleştirdikleri
ritüeli bir kez daha tekrarlamaya koyuldular. Üzerlerindeki tüm kıyafetlerden
kurtularak yaratıldıkları, doğaya sunuldukları öz hallerine döndüler.
Tenlerinin her köşesinin yeni doğan güneşle yıkanmasına izin vererek, kâh el
ele tutuşarak kâh yalnız, kimisi biraz utanıp sıkılarak kimisi son derece
rahat, bazısı yavaştan ve sakınarak bazısı coşku içinde koşarak denize
yöneldiler. Sanki güneş kollarını açmış, onları özenle aydınlattığı denize
çağırıyordu. Hepsi, karşı konulması bir küfürmüşçesine bu çağrıya uydular.
Karadeniz hiç de kara, korkutucu ve öfkeli değildi bu sabah, suları berrak ve
pırıl pırıl görünüyordu, bir dinginlik hali vardı üzerinde, güneş dalgacıklar
üzerinde kırıldıkça kendisine yaklaşan gözleri kamaştırıyordu. Denize
kavuştular, sabah serinliğinde ürpererek, çıplak bedenlerini suya bıraktılar.
Ruhlarını doğaya teslim ederek arındılar, kendilerini yeniden bu dünyanın bir parçasıymış
gibi duyumsadılar.
Onlar
da kalktı. Sarışın, zaten bir süredir başını omzuna yaslamış, o da bu durumdan
hoşnut gecenin keyfini çıkarıyordu. Gün doğumuyla sarı saçları daha da göz
alıcı hale gelmişti. Etraftaki insanlar denize yönelmeye başladıklarında kız
başını omzundan kaldırdı, kumsalda saatlerdir oturmaktan ağrımış omuzlarını ve
sırtını açmak için kendisi için son derece alelade, o anda onu izleyenler içinse
harikulade birkaç esneme hareketi yaptı. Sonra beklenmedik bir çeviklikle ve
neşeyle ayağa fırladı. O ayağa zıplarken üzerindeki kısa gece elbisesi de gören
hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı şekilde havalandı, sonra da kendiliğinden,
kızın kusursuz vücuduna oturuverdi. Şöyle bir etrafına bakındı, güneşi yüzünün
pürüzsüzlüğünde hissetmekten memnun gülümsüyordu. Her şeyi başlatan sıcak ve davetkâr
gülümseyişini sanki hiç tükenmeyecekmiş gibi yüzünde taşırken, elini zarifçe ona
uzattı ve bekledi. Bütün bu hareketler süresince zaten gözlerini kızdan bir an
bile ayıramamıştı. Gözlerinin saatler sonra yeniden buluşmasına sevindi, kendisine
uzatılan bu meleksi eli geri çevirmesine imkân yoktu. Eli, kızın incecik
parmakları ve yumuşacık dokunuşuyla buluştu. Ondan aşağı kalmayan bir enerjiyle
yerinden hızla kalkarak doğruldu. Şimdi, ayakta, karşı karşıya, bedenleri
neredeyse birbirine değecekmiş gibi, gözlerini kırpmaya çekinerek birbirlerinin
gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyorlardı. Sarışın, gözlerini gözlerinden hiç
ayırmadan ve sanki onun da ayırmasına izin vermeden, önce üzerindeki elbisenin
askılarından, sonra da geriye kalanlardan kurtuldu.
Aslında
çıplaklık konusunda hiçbir zaman rahat olmamıştı ama bugün bu liman kenti ona
unutulmayacak bir gece hazırlamıştı. Akşamdan beri kendini kaptırıp koyuverdiği
hiçbir şeyden pişman olmamıştı, aksine ruhunun yeniden doygun hissettiği
mükemmel bir geceyi yaşıyordu. Şimdi de, karşısında gözlerinin içine bakan ve
büyüleyici gülümsemesiyle ona her şeyi yaptırabilecekmiş gibi görünen bu
güzellik karşısında çırılçıplak kalmak ve bu sabahki büyük ritüelin bir parçası
olarak güneşi, denizi, yaz mevsimini ve doğayı selamlamak üzereydi. Yine de,
zihninin bilinmeyen bir köşesinde, kişiliğinin derinliklerinde ya da genlerinin
keşfedilmemiş bölgelerinde yaşayan; ailesinden, toplumdan ya da kaynağı
belirsiz bir yerlerden öğrenilmiş bir şeyler alıkoyuyordu onu, şu anda etrafındaki
yüzlerce çıplak insan arasında fark edilmeyecek bile olsa çıplak kalmaktan. Güzellik,
yaşadığı ikircikliği gözlerinden anlamış olsa gerek, daha da sevecen
gülümsemeye başladı ona ve daha da güzel baktı gözlerinin içine. Ellerini
uzattı ve yanaklarından hafifçe dokunarak yüzüne avuçlarının arasına aldı.
Parmak uçlarını usulca yüzünde gezdirmeye başladı, şakaklarından alnına uzandı
ve gözlerine doğru indi. Ufak bir hareketiyle gözlerini kapatmasını sağladı ve
parmaklarını göz kapaklarının üzerinde tuttu bir süre. Gözlerini kapattığında,
kendini çok rahatlamış ve mutlu duyumsadı, gözlerinin önünde milyonlarca
yıldızla bezenmiş bir gece görüntüsü belirdi. Samanyolu beyaz bulutsu
uzanıyordu bilinmeyen bir başlangıçtan bilinmeyen bir sona doğru ve manzara
gerçekten insan algısının ötesinde görkemliydi. Gök kubbenin derinliklerinde
kaybolup gitmemek imkânsızdı ama belki de insanın yeniden yolunu bulmak
istemeyeceği tek kayboluş bu olurdu. O, yıldızlar arasındaki varış noktası
belirsiz düşsel yolculuğuna devam ederken, kız elleriyle göğsüne uzandı ve
gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Üçüncü düğmeden sonra kendisi devraldı.
Hiç gözlerini açmadan, yıldızları düşleyip sarışın güzelliğin karşısında duran
sıcak varlığını hissetmeyi sürdürürken kıyafetlerinin hepsinden kurtuldu ağır
ağır. Kıyafetleri ile birlikte büyük bir yük attı sanki üzerinden, yüzyılların
taşıyıp getirdiği ve üzerine giydirdiği görünmez bir elbiseyi de çıkarıp
kumların arasında kaybolmak üzere bırakmıştı sanki. Ve çok özgür duyumsadı kendini,
her şeyden bağımsız ve bağlantısız, en çok kendisi gibi, en saf ve doğaya en
yakın.
Gözlerini
açmaya cesaret ettiğinde sonra, güzelliğin aynı sevecenlik ve usanmazlıkla ona
bakmayı sürdürdüğünü gördü. İster istemez elini kızın saçlarına götürdü, rüzgârla
sağ gözünün üzerine düşmüş sarı saçları biraz geriye attı. Sonra, bir an geldi
el ele tutuştular, mükemmel gecenin kumsal üzerinde bıraktığı ayrıntılardan,
hala dumanı tüten ateşlerden, içki şişelerinden, kırık çam parçalarından ve
insanların sayısını artırmayı matah bir şey sandığı her türlü “şey”den
sakınarak denizin hafif çırpıntısı üzerinde gözlerini kamaştıran güneşe doğru
yöneldiler. Güneş tenlerine değdi, içlerini ısıttı ve dostça karşıladı onları.
Ona ulaşmak için, belki de insanın dünya üzerinde yarattığı ilk yapaylık olan
giysilerinden kurtulmuşlardı; şimdi de bedenlerini ve ruhlarını arındırmak için
kendilerini denize teslim ettiler.
Eylül
2012
Akdeniz
Etiketler:
Aşk,
Bulgaristan,
Burgaz,
Dolunay,
Karadeniz
28 Kasım 2012 Çarşamba
22 Kasım 2012 Perşembe
KORKMA
KORKMA
Derinlerden,
var ile yok arasında, hayal mi gerçek mi bilinmez, bir ses duydu. Bir tıkırtı
mı, bir vızıltı mı yoksa bir inleme ya da zayıf bir kalp atışı mı, bilemedi.
Tanımlayamadı, öylesine cılızdı ki, pek de önemsemedi. Sesi; etraftaki türlü giysilere
bürünmüş, onlarca farklı dilde söz söyleyen turist kalabalığına, onların yanlarında
taşıdıkları büyüklü küçüklü, en basitinden en karmaşığına kameralara, cep
telefonlarına, bilgisayarvari aygıtlara yordu. Sonra birçoklarının elindeki
“Sesli Rehber” adı verilen aygıtlara gözü takıldı, o gizemli sesin kaynağını
bulduğunu düşündü. O yüzden de yanındakilere bahsetmeye bile gerek görmedi
duyduğundan ya da duyduğunu sandığından.
Antik
Roma kentinin taş döşeli ince yollarından akan insan kalabalığı içinde, herkes
gibi, aradan geçen bin yıllara rağmen çatıları dışında neredeyse tamamı el değmemişçesine
duran tapınakları, evleri, hamamları, okulları, kütüphaneleri, genelevleri; bunların
içindeki yer mozaiklerini, duvar süslemelerini, heykelleri, havuzları,
çeşmeleri ve o dönemin yaşamından geriye kalan diğer tüm o nesneleri hayranlıkla
seyrediyordu. Elindeki fotoğraf makinesiyle, aslında tamamı ilgi çekici
bulunabilecek fakat göz alıştıkça sıradanlaşan türlü nesneyi kayıt altına
almaya çalışır, haritasıyla koca kentte nerede olduğunu saptamaya uğraşırken;
dikkatini dağıtan, tüm çabalarına karşı yok sayamadığı, şimdi bir ritim, bir
ezgi, hiç tanımadığı bir müzik enstrümanının tınısı gibi gelen o sesti.
Günün
aydınlığı, Vezüv yanardağının batıya bakan doruklarından sonra bu harap Roma
evlerinin küçük odalarından ve dar koridorlarından da çekilip, etrafı daha
fazla hayal gücüne terk etmeye başlamıştı artık. Öğleden beri yaptığı gibi, bir
evden diğerine, bir sokaktan öbürüne ilerliyordu; ama artık adımlarını daha
hızlı atmak zorunda hissediyor, çevredeki sayıları oldukça azalmış insanlardan
fazla uzak düşmemeye çalışıyordu. Arkadaşları neredeydi bilmiyordu, kentin
güneyindeki çıkış kapısına doğru bir yerlerde görmüştü onları en son. Başlangıçta,
biraz yalnız kalmak, biraz gönlünce dolaşmak isteğiyle fazla da umursamamıştı
bu durumu aslında. Ne de olsa çıkışta bir şekilde buluşacaklardı. Yalnız şimdi,
turist kafilelerinin ortadan kaybolduğu, artık iyiden iyiye tenhalaşan Pompei
sokaklarında dolanırken bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulamaya
başlamıştı.
Nereden
çıktığı, hangi yönden estiği kestirilemeyen akşam rüzgârı birden bire kenti
doldurdu; sokak aralarında uğuldadı, evlerin olmayan çatılarından içeriye
daldı, kapılardan çıkıp pencerelerden girdi. Binlerce yıllık kent, binaların
taş duvarlarındaki sayısız girinti çıkıntısı, harabeleri, dehlizleri, kuyuları,
tünelleri, yer altı geçitleriyle rüzgâr perisinin üflediği ilahi bir çalgı gibi
ötüyordu. Lakin adı günahla birlikte anılan bu kentin Tanrı tarafından
lanetlendiği ve başına felaketlerin yağdırıldığı efsanesini anımsadığında,
çalgıyı çalanın bir peri değil de ölüm meleği, çıkan seslerinse ölüler diyarında
azap çekenlerin tiz çığlıkları olabileceği geldi aklına. Bu düşünceyle içi
ürperdi. Derinlerden hala duymakta olduğu sesin kaynağından şimdi emin gibiydi;
rüzgârın hafif haliydi o. Yumuşak, neredeyse hissedilemeyen bir esinti
olduğunda, o tanımlayamadığı sesi üretiyordu gizliden gizliye; kuvvetlendiğinde
ise bütün kenti kendisinin şefi olduğu bir nefesli çalgılar orkestrasına
dönüştürüyordu.
Bu
uğultu içerisinde sersemlemiş gibi, bilinçsizce ve galiba biraz da sallanarak
ilerlerken, zamanında zengin Pompeililerden birine ait olduğu büyüklüğünden ve
mimari yapısından kolayca anlaşılan bir evin önünde, aniden, nedensizce durdu. “Dur”
diye bir ses mi duymuştu, “bak” mı diyordu ses yoksa “gel” diye mi çağırıyordu,
bilemedi. Evin taş duvarları, sanki diğerlerine göre daha toprak rengi, biraz
daha kan -hayır, hayır- kiremit kırmızısıydı. Giriş kapısını oluşturan boşluğa içeriye
girişi engellemek için yerleştirilmiş demir parmaklığın hemen arkasında, tam
kapı eşiğine denk gelen bir yer mozaiği görülüyordu. Mozaikte, Romalı bir avcı,
döneme özgü kıyafeti içerisinde, başında başlığı, sırtında yayı ve okları, belinde
kılıcıyla, elindeki mızrağı ürkek bir ceylana fırlatmak üzereyken
resmedilmişti. Fotoğraf makinesini parmaklıkların arasından uzatarak iyi bir
açı yakaladı, deklanşöre bastı. Ancak yeterince ışık alamadığından fotoğrafın
karanlık çıktığını, avcının giysisinin hala göz alan parlak kırmızı renginin,
ceylanın gözlerindeki korkunun resme yansımadığını fark etti. Daha fazla ışık
almak uğruna parmaklığa iyice yaslanınca, demir parmaklık binlerce yıllık taş
duvarda zaten idareten tutturulmuş olduğu yuvasından kurtuldu ve içeriye doğru
açılıverdi. Sendeledi, iki eliyle de kamerayı tuttuğundan dengesini sağlayamadı
ve yüzükoyun mozaiğin üzerine kapaklandı.
Şimdi,
mozaikteki avcıyla birkaç santim mesafeden göz gözeydiler. Avcının gözlerinde
tuhaf bir ifade gördüğünü sandı: korku, insanın ancak en temel güdüsünün tehdit
altında olduğunu anladığında yaşayabileceği kadar saf ve yoğun bir korku ve bunun
peşinde sürüklediği katıksız bir heyecan. Önce bu büyümüş gözlerin yerli
yerindeki rengini ve şeklini süzdü, sonra bakışlarını takip etti bir gariplik
bulmak üzere. Avcının bakışları mızrağıyla nişan aldığı geyiğin üzerinde olması
gerekirken, o sanki daha uzaklara, geyiğin arkasında ve fakat mozaikte
çizilmemiş bir yere, bir şeye bakar gibiydi. Kuşkuyla dizlerinin üzerinde
doğrulup mozaiği biraz daha uzaktan inceledi; ceylanın da avcıdan habersiz
otlarken ya da avcıdan kaçarken değil, tersine, avcıya doğru koşarken
resmedildiğini fark etti. Cellâdına doğru koşan bir ceylan ve avına bakmayan
bir avcı, acemi bir Roma mozaik sanatçısının eseri de olabilirdi elbette; ama
şu anda kapı eşinde diz çöktüğü ev, böyle bir yanlışlığa göz yumacak insanlara
ait olamayacak kadar şaşaalıydı. Bilme arzusunun tutuşturduğu içinde büyüyen
merakla, biraz daha dikkatle ve biraz daha geri çekilerek bakınca mızrağın ucunun
da avı değil, mozaiğin sağ üst köşesinden yukarıya doğru, başka bir yeri
gösterdiğini fark etti. Burası, birçok eski Roma evinin geniş avlusunda yer
alan, genişliği birkaç metreyi, derinliği iki karışı geçmeyen sıradan bir havuzdu.
Farklı olan, şimdiye kadar gördüğü tüm evlerde bu havuzlar konukları
karşılarmışçasına kapının tam karşısında bulunurken, bu evde mızrağın ucuna karşılık
gelecek şekilde kapının çaprazında yer almasıydı. Öyle ki, parmaklık zorlanıp açılmasa
dışarıdan görülemeyecekti bile.
Çevresine
bakındı, sokakta kimseler görünmüyordu. Şimdi, içinde dayanılmaz biçimde
büyüyen bir merak, kulaklarında anlamlandıramadığı ama sanki giderek yükselen o
ses, aklında yasaklanmış bir yere girmenin doğru olup olmadığına ilişkin
sorular ve sırtında soğuk bir ürpertiyle içeriye girmek üzereydi. Etraf iyiden
iyiye sessizleşmiş, ıssızlaşmış, sokak taşları üzerinde at nalları misali takırdayarak
hayal dünyasında geçmişe yolculuk yapmayı kolaylaştıran kadın ayakkabılarının
sesleri duyulmaz olmuştu. Güneş, ışıklarını birer ikişer çekip kenti iyice
yalnızlaştırmaya meyletmişken, kara bulutlar, güneşi kovalayıp zamanından da
önce evine göndermeye niyetliymişçesine şehrin üzerinde toplaşıyorlardı. Hiçbir
zaman çok cesur biri olmamıştı ama şu anda kapının eşiğinden içeriye ilk
adımını atarken, kendini tarif edilemeyecek tehlikelerle dolu bilinmeyen
diyarları keşfe çıkan bir maceracı gibi duyumsuyordu.
Doğruca
mızrağın işaret ettiği havuza doğru ilerledi. Bir zamanlar bu zengin evin avlusunu
oluşturan mermerlerle kaplı zemini yer yer otlar delip geçmiş, kimi kısımlarda rüzgârın
ve yağmurun taşıdığı toz toprak taşların üzerini kaplamıştı. Ayaklarıyla
otları, kum tanelerini, çakılları, taşları ezerek ilerlerken kulaklarını ve
zihnini dolduran o ses, o uğultu, o müzik, o ne olduğu bilinmeyen ritim;
benliğini zamandan ve mekândan koparıyor, gözlerini gerçekten imgeleme
kaydırıyordu:
Burası
artık bir harabe değil görkemli bir Roma “domus”u, yıl 2012’den iki bin eksik
sanki. Sokaklardan, köleler tarafından çekilen tahta arabaların gıcırtıları, at
kişnemeleri ve hıslamaları, anlamadığı bir dilde konuşan, pazarlık yapan ve
kavga eden insanların birbirine karışan sesleri yükseliyor. Konağın içindeyse
bu canlılıktan eser yok. Duvarlar yaşamın sesleri içeri almamaya yeminli sanki
bugün. Ölü evlerine özgü, fısıltıların üstesinden gelemediği kesif bir
sessizlik kaplamış insanların ve eşyaların üzerini. Hizmetçiler avlunun
duvarlarına yanaşmış, başları önlerine eğik, suspus, akıbetlerinden endişeli bekleşiyorlar.
Karşı duvardaki çeşmeler akmaz, su bile durgunlaşmış gibi. Birtakım iyi giyimli
insanlar -evin sahipleri olsa gerek- havuzun etrafında bir çember oluşturmuş,
tümünün gözleri havuzun içinde, yüzleri gördükleri manzaranın etkisiyle
afallamış vaziyette.
Hizmetçilerin
önünden usulca geçerek havuza doğru ilerledi; kafaları önlerinde olduğundan
mıdır bilinmez, hiçbiri onu fark etmiyor. Havuzu çevrelemiş insan setine tedirgince
yaklaşırken, aralardaki kimi boşluklardan suyun renginin kan kırmızı olduğunu
gördü. İyice yanaştı; dehşet içersinde elleriyle yüzünü kapatmış bir kadının omzunun
üzerinden korkunç manzarayı gördüğünde irkilerek kendini birkaç adım geriye
attı. Mide bulantısı. Akıl tutulması. Hangisi daha kötü? Elini midesine
bastırarak kusmamak için kendini zorlarken, hayatı boyunca aklından bu görüntüyü
bir daha çıkaramayacağı düşüncesiyle çarpıldı. Bir zaman sonra kendine gelir
gibi oldu, cesaretini toplayıp, yeniden, sanki emin olmak istercesine o
görüntüye bakmaya karar verdi:
Ancak
bir insanın sığabileceği büyüklükteki havuzun içinde, havuza sığamayacak kadar
iri, şişman, bembeyaz giysileri şimdi kendi kanını emerek kırmızıya dönmüş, topukları
çatlamış çıplak ayaklarından biri havuzun dışında kalmış bir adam yüzüstü
yatıyor. Kafası kulaklarına kadar suyun içinde, kalın, yağlı ensesi kat kat,
başının arkasındaki seyrelmiş beyaz saçlar da kan rengiyle boyanmakta. Tıpkı boğulmuş
da günler sonra suyun yüzeyine vurmuş bir insanın cesedi misali şiş ve yüzermiş
gibi, ama belli ki koca gövdesi ve göbeği iki karışlık havuzun tabanına ve
kenarlarına değiyor. Kan, gırtlağından kesilmiş boynundan hala oluk oluk suya
karışıyor, giderek daha koyu bir hal alıyor ve bedeninin suyun dışında kalan
yerlerinde güneşten kuruyor. Havadaki kesif sessizlik, kan kokusuyla daha da
ağırlaşmakta. Boynunu kesen hançerin açtığı yarık derin ve geniş, neredeyse
ensesine kadar uzanıyor, katil biraz daha zorlasa kafasını koparacakmış gibi. Sağ
eli kurtulmak istermişçesine havuzun dışına uzanmış kalmış, yerde yatıyor, böyle
bir vücuttan beklenmeyecek derecede zarif bir el, uzun güzel parmaklar; hayatı
boyunca şaraptan, kadından, yemekten ve paradan başka bir şeye dokunmaya gerek
duymamış, yalnızca, can verirken son bir çırpınışla yeri kazımış olsa gerek,
zeminde tırnak izleri, tırnak aralarında toprak parçaları.
Sonra
bir ses mi duydu, o ses miydi bilinmez, birden kafasını kaldırdı. Konağın
avlusunun köşesinde, gölgeler içinde, bu ne yapacağını şaşırmış insan güruhunun
ötesinde sakin, telaşsız, olanları izleyen O’nu gördü. Rengârenk kıyafetli ev
ahalisiyle tezat halinde, üzerinde kara bir elbise -daha çok başlığı kapalı bir
cübbe içinde- öylece dikiliyordu. Tıpkı kendisi gibi, sanki bu mekâna, bu
zamana ait değildi. Cübbenin bol kolu içinde görülmeyen elini kendisini selamlıyormuşçasına
yavaşça kaldırdı, eli bir süre havada asılı kaldı. Bu harekete ne karşılık
vereceğine karar veremedi, kendisine olduğundan emin bile değildi. Neden sonra
el havada hayali bir daire çizdi; karşısında duran kalabalık içinden biri,
keskin yüz hatlarına, kararlı bir ifadeye ve güven veren omuzlara sahip kumral genç
bir adam, suratındaki durgun ifadeden sıyrıldı, gerisin geriye döndü ve O’na
doğru yürümeye başladı.
İçini
kaplayan büyük korkuya rağmen, yavaş adımlarla O’na doğru ilerleyen adamı takip
etmeye başladı. Temkinli, aralarındaki mesafeyi koruyarak. Yerde, genç adamın
her adımda arkasında bıraktığı ufak kan damlalarını gördü önce, o da mı yaralı
diye düşündü safça. Sonra, giysisinin içine beceriksizce saklamaya çalıştığı,
üzerinden hala kan damlayan hançeri fark etti. Duraksadı, öldürülmekten,
izlediği bu adamın bir anda dönüp o hançerle kendisini de deşmesinden korktu. Oysa
bu adam değildi asıl korkması gereken, çünkü o ölümün kendisi değil bir sureti,
bir aracıydı sadece. Devam etti. Şimdi kara cübbeli, katil ve o peşi sıra yürümekteydiler
konağın bilinmeyen derinliklerine doğru. Arka kapıdan dar bir sokağa çıktılar,
oradan bir başkasına, sonra onunla kesişen bir diğerine. Sokaklardaki insanlar
giderek daha kirli, daha vahşi, daha aç görünüyorlardı. Yoksulluk, kavga ve kan
giderek artıyordu kentin dış çeperlerine doğru uzaklaştıkça. Bir göz odalarda,
onlarca gözün yaşadığı bir sokağa vardılar. Odalardan birine girdi kara cübbeli
kapıyı açmaya gerek duymadan, ardından genç adam kapıyı beş kez kısa kısa vurdu
bir parola misali. Ürkekçe açıldı kapı, aralığından bir çift yeşil göz görüldü
belli belirsiz, eşikteki el genç bir kadına aitti kuşkusuz. Girdiler.
-
Tamam
mı, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, kafasını kaldırmadan.
-
Tamam,
dedi genç adam, omuzlarını silkti, ne hissetmesi gerektiğini bilemeden.
Yaklaştılar,
zaten çok yakındılar, belliydi. Birbirlerine bakışlarından, bedenlerinin
duruşundan, her şeyden. Âşıktılar. Belliydi. Ve güzeldiler. Gözleri, yüzleri,
bedenleri ve ruhlarıyla. Temizdiler. O bembeyaz elbiselilerin tümünden daha
paktılar. Şimdiye kadar. Üzerinden hala kan damlayan hançer yaşamlarına
girmeden önce. Her şeye rağmen umut doluydular. Ne olurdu, zaten her şeyi olan
adam O’nu da istemeseydi. Ne olurdu, her şekilde tatmin edilmiş ve çoktan sona
ermiş cinselliğinin arzularına bu genç kadını da kurban etmek istemeseydi. Köle,
hür, asil, köylü, barbar, kentli yüzlerce kadının üzerinde gezinmiş bakımlı
elleri, bu güneşin bile dokunmaya kıyamadığı tene de dokunmayıverseydi. Sadece
alabilecek olduğu için almasaydı.
- Gidiyor
muyuz, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, umutla sevgilisinin gözlerinin
kahverengisini arayarak.
-
Gidiyoruz,
dedi genç adam, boğazı düğüm düğüm, gözlerini kaçırarak.
Ama
gidecek yer yoktu. Kaçacak yer yoktu. Gidilecek her yerde açlık, sefalet ve
hastalık kol geziyordu. Ve kaçaklık. Ve tabi kölelik. Şu bir anlık
şaşkınlıkları geçer geçmez peşlerine düşeceklerdi. Kellelerine ödüller koyacak,
işleri kan dökmek olan adamları arkalarına takacaklardı. Ta ki o havuzu
dolduranın iki katı kan akana kadar, ta ki bu güzel kafalar bu güzel
bedenlerden zulüm altında ayrılana kadar… Uzaklarda intikam yeminleri edildi,
keseler açıldı ve sikkeler saçıldı… Borular çalındı hemen ardından, miğferler
giyildi, kılıç takımları şakırdadı ve atlara üzengiler vuruldu… Ve genç adam
duydu kaderlerinin habercisi olan tüm bu sesleri.
-
Hazır
mısın, diye sordu genç adam, çaresiz.
-
Hazırım,
dedi genç kadın ve öteberisini doldurduğu çuvalı almak için arkasını döndü.
İşte
o zaman hançer yerinden çıktı. Üzerinde hala her şeyin sebebi olan adamın kanı
vardı. Bu asil ve pis kanı elbisesinin eteğine sildi, hançeri temizledi.
Sevgilisine, her şeyine, arkasından yaklaştı, sol eliyle belinden kavradı, her
zamanki gibi kendi bedenine bastırdı, yüzünü saçlarına gömüp çiçeksi kokusunu içine
çekti, bir kez daha, bir kez daha ve son kez. Bunu o kaybolup gittiği
gözlerinin içine bakarak yapamazdı, onun o saf ve ümit dolu yüreğine
sebeplerini açıklayamazdı, onun yaşayacağı acılara katlanamaz, onu bir kez daha
koruyamamaya dayanamazdı. Kulağına eğildi, aşkını son kez fısıldadı ve “korkma,
geliyorum” dedi. Sağ elindeki hançeri tek hamlede sevdiğinin kalbine sapladı,
kızın sımsıkı sardığı vücudu sarsıldı, sadece bir kez, hiç sesini çıkarmadan
can verdi, çabucak ve kolayca, ölüm meleği yanı başlarındaydı ne de olsa. Kucakladı
onu, gözlerinden boşanan kanlı yaşlardan pek iyi göremez olmuştu; sevgilisini,
günlerin ve gecelerin, güneş, ay ve yıldızların birbirine karıştığı, çimenlerden
ve tüylerden daha yumuşak o taş döşeğe yatırdı. Uyuyormuş gibi görünen meleksi
yüzünden son bir kez öptü, yanına uzandı. Hançeri son kez, bu kez kendi aşk
dolu kalbini durdurmak için sapladı.
Kara
cübbeli, işini bitirmiş de başka bir yere yetişecekmiş gibi saklandığı gölgeli,
koyu köşede hareketlendi, kapıdan dışarıya doğru seğirtti. O da peşinden çıktı.
-
Gelme,
dedi ölüm meleği.
-
Neden,
diye sordu.
-
Yeterince
gördün, dedi, senin zamanın gelmedi.
Birkaç
adım daha attı karanlık sokakta. O da peşinden gitti.
-
Cesurmuşsun,
dedi ölüm meleği.
-
Hiç
cesur olmadım, dedi.
-
Ama
korkmuyor gibisin.
-
Beni
götüreceğin yerde buradan kötü ne olabilir ki!
-
Daha
göreceklerin var, dedi, senin zamanın gelmedi.
Sonra,
sonra o ses yeniden duyuldu, yine derinlerden, önce hafiften başladı, bir zayıf
patırtı, sonra şiddetlendi ve keskinleşti, kulaklarında uğuldadı, ruhunu deldi
geçti, bedenini aldığı yere bıraktı ve zamanı geri getirdi. Kendini kuru
havuzun başında anlamsız gözlerle havuzun içine bakarken buldu. Cep telefonu
durmaksızın çalıyordu, açtı. Arayan arkadaşlarıydı, endişeli ve kızgın
sözlerine bir kuru “geliyorum” ile yanıt verdi. Çıkarken kapı eşiğindeki
mozaiğin üzerine eğildi, ellerini ceylanın boynunda gezdirdi severmiş gibi,
“korkma” dedi. Sonra avcı ile yeniden göz göze geldiler, elindeki mızrağa
baktı, gülümsedi ve bir göz kırptı, “o elindeki bir işe yaramaz” dedi.
Ekim 2012
Akdeniz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)