24 Aralık 2012 Pazartesi

Burgaz'da Dolunay



BURGAZ’DA DOLUNAY

       Hiç boşluksuz olmuş muydu içi, bilmiyordu. Muhtemelen hayır. En mutlu ve en canlı hissettiği anlarda bile kendini, hep bir şeylerin eksikliğini duyumsardı içten içe. Ve ruhunun o pek dolu ve yükselmiş olduğunu sandığı zamanları anımsadığında, aslında tam olarak bilemiyordu mükemmele yakın hissettirenin ne olduğunu. Çok sevilen bir sevgilinin doyumsuz kokusu ya da yalnızca onun gözlerine görünen ışıltıları mıydı? Yoksa iyi bir iş başarmanın ve özendiği kimseler tarafından takdir edilmenin verdiği haz mı? Belki de alelade bir mekâna girdiğinde üzerine yönelen kıskanç bakışlar? Neydi bencil ve kendine tapan ruhunu doyuran, neydi ki bugün zerresi bile bulunamıyordu bu yabancı sularda seyrederken…

     Sabahın ilk ışıkları ile birlikte her seferinde yinelenen, bilindik bir manzaraya açmıştı gözlerini. Hiç haz etmediği sabah güneşi tenini yakıp yüzündeki gençliği biraz daha akıtıp tüketirken gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklardan, sahilde giderek belirginleşen binalara, yeni bir limanın tanıdık mendireğine bakıyordu. Kıyıda, doğaya yapılan ayıbı hafifletir düşüncesiyle olsa gerek, beyaza boyanmış birkaç büyük otel gördü; önlerindeki kumsala yayılmış şezlonglar ve şemsiyeler seçilmeye başladı sonra. Aslında şehir yeşilin içine gömülmüş gibiydi, tabiatla beraber yaşayabileceğimizi göstermek için nafile bir çabanın ürünüymüşçesine. Neden sonra kumsaldaki insanları ayırabilir oldu miyop-astigmat gözleri. Sabahın bu saatinde kumsalın kalabalığına şaştı, öğleyin başlayan sert rüzgâr nedeniyle kent sakinlerinin erkenden denize girdiklerine dair bir söylence geldi aklına sonra. Birisi mi söylemişti, bir yerde mi okumuştu, bu kente mi aitti, bilemedi. Bir kez daha, gidilecek yer hakkında önceden bir şeyler öğrenmek üzere kendine defalarca verdiği sözü anımsadı ve alışkanlık edinemediği şeyler için -artık alışkanlık olduğu üzere- kendine sağlam tarafından sövdü. Bu arada, üzerindeki binlerce ton yük yetmezmiş gibi; onu, diğerlerini ve tümünün ağırlıkları ölçülemeyecek hikâyelerini yeni bir limana taşıyan gemi usulca yol almaya devam ediyordu.

   “Bütün liman kentleri az ya da çok birbirlerine benzerler. Bazılarının tarihleri antik çağlara uzanır; şarap, zeytinyağı ve baharat ticareti zenginleşmiş, kalabalıklaşmış, başka diyarlardan gelen yabancılarla kaynaşmış, gemilerin ve denizcilerin binbir ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılmış eski liman kentleridir onlar. Bazıları ise, daha yakın günlerin gereksinimleriyle ortaya çıkmış, zamanın ruhu ve tekniğini ile donanmış, binlerce insanın köle olarak yüklenip boşaltılmasına, deniz ablukalarına, bombardımanlara, insanın nasıl yüzdüğüne akıl sır erdiremediği büyüklükteki gemilere, devasa vinçlere ve göz alabildiğine uzanan konteynır yığınlarına tanık olmuştur. Kimisi önemini yavaşça kaybetmiş, zaman içinde yitip gitmiş, ıssız birer harabe kente dönmüşlerdir. Yine de, o harabelere bile baktığında insan, hüzünle karışık bir sıcaklık hissetmekten alıkoyamaz kendini. Çünkü liman kentinin konuksever ruhu, yorulmak bilmeyen dalgalara eşlik ederek gezinir durur oralarda bir yerlerde. Geleni geçeni ağırlamak ister de belki eski günlerdeki gibi, sesini duyuramaz, sönmüştür çünkü fenerleri. Bozkıra, çölün ortasına ya da yüksek dağ yamaçlarına kurulmuş bir kentin somurtkanlığı, kasveti, sert coğrafyasının halkının yüzüne yansımış soğukluğu ve hoşnutsuzluğu hangi liman kenti ve insanıyla karşılaştırılabilir... Gemiler gelir geçer limanlardan binlerce yıldır; doğuya, batıya, kuzeye ve güneye giden gemiler. Fırtınadan, düşmanlarından, korsanlardan, yurtlarından kaçanları, onları kovalayanları, maceraperestleri, tüccarları ve kim bilir hangi yazgı ile kendini denizde bulmuşları taşıyan gemiler. Ve her gemi aslında bir yabancı taşır limana; başka dilden ya da lehçeden konuşan, siması pek tanıdık gelmeyen, hareketleri tuhaf, başlangıçta yadırganan ama daha sonra alışılan, yabancı ama her insan gibi insan olan. Ve her gemi aslında bir yabancı taşır limana; içinde bilinmeyen bir yere gelmenin heyecanla karışık ürküntüsünü taşıyan; denizden yorgun; yaradılışının hammaddesine yönelik bilinçsiz bir özlemle toprağa kavuşmak, değişik yüzler görmek,  belki farklı lezzetler tatmak isteyen; yüzleri tanıdık, mizaçları alışılagelmiş olmayan; anlaşılmaz sözler söyleyip garip el kol hareketleri yapan; çeşit çeşit giysilere kuşanmış; insanlara ulaşmayı içten içe arzulayan…” Daha da yazardı herhalde ama şimdi rıhtıma iyiden iyiye yaklaşmış gemisinden dürbünüyle kentin ayrıntılarını incelemek daha çekici geldi ansızın. Yeni kent, bir çırpıda ağızdan dökülüverecek bir ya da birkaç özelliğiyle değil, keşfedilmeye, yaşanacak farklı etkileşimlere hazır haliyle, salt “yeni” olduğu için karamsarlığını dağıtmıştı biraz, içindeki boşluğu daha az duyumsamasını sağlıyordu. Zaten bu olmazsa olmaz bir şeydi, yoksa içindeki o boşluk tüm ruhunu kavrayıp yok edecekti.

     Çıktı, çok yalnızlık çektiği o gemiden uzaklaşarak kendini kentin içine akarken buldu. Limanın çıkışına doğru, totaliter rejimin artığı, köhneleşmiş ancak zorunluluktan halen kullanılan, her şeye hâkim olma iddiasındaki bir düşüncenin mimari yansıması binalara ilişti gözleri. Sonra da insanlara. Limanın büyük giriş kapısının hemen dışındaki parkta gördü önce onlardan birkaçını. Hemen her limanın yakınlarında bulunan kılıksız, ne iş yaptıkları ya da herhangi bir iş yapıp yapmadıkları belli olmayan, ama aslında müşterileri tarafından kolayca tanınan tiplerdi. Kentin ana caddesine doğru, kalabalıklaşan güzel insan topluluklarını izledi. Yüzlerine, gözlerine bakarak ne düşündüklerini, ne hissettiklerini, mutlu olup olmadıklarını anlamaya çalıştı. Bebek arabalarını araç trafiğine kapalı ana caddenin taşları üzerinde iten anne-babalar, kızlı erkekli grup halinde dolaşan yeni yetmeler, parklardaki oturaklarda kemiklerini akşam güneşinde ısıtarak sohbet eden yaşlılar, buldukları her köşede buldukları her şeyle bir an bile durmaksızın oyun oynayan çocuklar, yoldan geçenlere yere serdikleri örtüler üzerinde türlü ıvır zıvır satmaya çalışan çingeneler gördü. Bir şeyler atıştırmak için cadde üzerindeki masasına oturduğu kafede, yüzü gözü kir pas içinde ayakları çıplak bir kız çocuğu gelip yemeğinden isteyince içi acıdı. Tepsisini içindekilerle birlikte ikram ettiğinde kız çocuğunun yüzündeki tereddüde, elini uzatırkenki ürkekliğine daha da üzüldü. Yaşamı koklamaya çalıştı, insanlarla birlikte sokaklarda yürüdü, gelip geçenleri izleyebileceği kafelerde oturdu, park köşelerinde oynaşan âşıkları süzdü. Öğleden sonra sertleşen, kumsaldaki herkesi ve her şeyi yapışkan bir kuma bulayan rüzgârın yalnızca bir söylence olmadığını yüzünde, gözlerinde ve teninin açıkta kalan her zerresinde hissetti. Aslında gittiği yerlerde, kalitesini sınarcasına denize girmek gibi bir huyu vardı ama nedendir bilinmez bu kez ayaklarını sokmakla yetindi. Ve sonunda mutlu oldu bu kentin kendilerine -ve özellikle bedenlerine- özen gösterecek kadar zamana, paraya ve bilince sahip, yaşama bağlı insanları adına. Ve bir kez daha üzüldü kaçınılmaz bir şekilde içlerinden biri olduğu, ne için yaşadıkları, hatta yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan kendi ülkesinin insanları için.

   Gün ufkun altına indiğinde, kentin en yüksek ama aslında rakımı fazla olmayan tepesine kurulmuş parkın içinden geçmiş, yüzünü denizden esen rüzgâra vermiş, buradan pek engin gözüken ve bugün üzerinde tekinsiz bir sakinlik taşıyan Karadeniz’i seyrediyordu. Yaz güneşi; replikleri tükenmiş ve artık iyiden iyiye yaşlanmış duayen bir aktör edasıyla sahneyi terk ederken, kusursuz bir dolunay final sahnesi için onun yerini ağırdan, hiç acelesi yokmuşçasına alıyordu. Bu sahnenin, sayısı belki binleri bulan figüranları ise kumsalda geceyi kucaklamaya hazırlanıyorlardı. Parktan merdivenler ile sahile inilen kısma büyükçe bir konser sahnesi kurulmuş, içki stantları yerleştirilmiş, yemek reyonlarından ızgara dumanları yükselmeye başlamıştı. Çoğunluğunu henüz lise çağındaki gençlerin oluşturduğu gruplar, ellerinde çeşit çeşit içecekler, gece boyunca kâh yenilecek kâh birbirlerine fırlatılacak atıştırmalıklarla kumsalda hem sahneyi görebilecekleri hem de çok ayakaltında olmayan güzel bir yer kapmanın telaşı içindeydiler. Çalı çırpılar toplanmış, parktan kurumuş ağaç dalları taşınmış, her ihtimale karşı bir yerlerden gaz yağı bulunmuş, öbek öbek ateşler tutuşturulmaya çalışılıyordu. Henüz sahnede ses düzeninin akortları yapılırken, ateşin etrafında toplanmış gruplardan yükselen gitar sesleri diğer tüm sesleri bastırmaya başlamıştı bile. Daha hazırlıklı ve geceyi sabaha taşımaya kararlı olanlar, kamp çadırlarını ve kalın kıyafetlerini beraberlerinde getirmişlerdi yaz gecesinin olası soğuğuna karşı.

    Figüranlar içinde, birkaç şarkı dinler giderim diye düşünen, çoğu otuzlarında veya kırklarında ama onca taze gencin içinde olduklarından daha yaşlı gösteren insanlar da vardı. Gençlerin aksine, oturduklarında gece dışarı çıkmalık elbiselerinin kirleneceği kaygısıyla kumsaldaki az miktardaki kayanın bulunduğu yerde toplaşmışlardı. Böylece, genç kızlar ve delikanlılar kendilerini umarsızca gecenin gebe olduğu heyecanlara kaptırmak için sabırsızlanırken, bazılarının o gençlerin anne-babaları oldukları her hallerinden belli olan daha yaşlılar ise “toplumsal sorumluluk” başlığında toplanan belirsiz şeylerin ve can sıkıcı yetişkin mantığının yükü altında, türlü düşüncelerle gecenin getirebileceği sürprizlere karşı kalkanlarını yükseltiyor ve eve dönecekleri saati hesaplıyorlardı. Ve aslında istinasız hepsi içten içe, şimdi ateşin etrafında türlü şaklabanlıklar ile kızların ilgisini çekmeye çalışan delikanlılara; birbirine sokulmuş kıkırdayan, kim bilir hangi yakası açılmamış dedikoduyu kulaklarına fısıldayan ve türlü bahaneyle etrafta salınan genç kızlara özeniyorlardı. Sahnede yer almaya başlayan yerel-amatör müzik gruplarını izliyor, beraberlerindeki eşleri ya da arkadaşlarıyla ilgileniyormuş gibi görünürken, ilk gençliklerinin, ilk el ele tutuşmalarının, ilk öpüşmelerinin, bu veya başka bir kumsalda ya da bir parkta ya da okulun arka bahçesinde yaşanmış tatlı anılarında gezintiye çıkmışlardı. Platonik bir aşkın çoktan unutulmuş sanılan bir anı, artık dillere destan kestane rengi saçlarını özel günler dışında hep toplu bulunduran kadının gözlerinde gizlemesi kolay küçük bir damla yaş oluverdi. Bir süredir elektrogitar sololarını çok gürültülü bulan yanındaki adamın yüzündeki hınzır gülümseme ise, yine böyle bir gecede, az ilerdeki gibi bir kumsal ateşi söndükten sonra yaşananlara aitti.

     Dolunayın güneşten alıp yumuşatarak mor-mavi dünyaya sunduğu, denizin dalgaları ile kıyıya vuran, kumsaldaki gençlik ile birleşip müzik, neşe ve ateş olarak göğe yükselen bu enerji, ruhunun direnebileceğinden çok fazlaydı. Kendini yavaşça gecenin akışına bıraktı; merdivenlerden aşağıya süzüldü; kulakları müziğe, ayakları kumsala, teni ateşe, dili içkiye ve gözleri yalnız başına oturan bir güzele çekti onu. Sahneyi hafif sol çaprazdan gören, kayalar etrafında yoğunlaşmış orta yaşlılarla, kendi gürültülerini üreten kamp ateşi gruplarının arasında bir yere bırakıverdi kendini. Galiba iki tarafa da ait hissetmiyordu, ne yeterince yaşlı ne de yeterince gençti. İnsan hissettiği yaşta ise eğer, bu gece yerinde duramayan yeni yetmeler ile aşık atabilir gibiydi; yine de beli ağrımadan bu şekilde ne kadar oturabileceği sorusunu tetikleyecek sinyaller gönderiyordu kasları beynine.
           
   Yerleştiği konumdan, sahnede bozuk İngilizce aksanıyla “Sweet Child O‘Mine” söylemeye çalışan solisti ve onu daha da kötü göstermek istercesine şarkıyı gayet iyi çalan müzisyenleri izlerken, gözleri bir taraftan da kısa siyah elbisesiyle, babet ayakkabılarını hemen önüne çıkararak kuma oturmuş sarışına kayıyordu. Sol tarafı oldukça kısa kesilmiş, uzun kalan kısımları yüzünün sağ yanını kapatacak şekilde çenesine kadar bırakılmış saçlarıyla kalabalıktan bir çırpıda ayrılıveriyordu. Başını müziğin ritmine uydurduğunda, uzunca küpeleri ay ışığında parıldayarak sallanıyor, yüzünü saklayan saçların hareketiyle sadece anlık olarak görülebilen profili merakını uyandırıyordu. Müzik ile boyanan bu tabloya, sağ ayak bileğindeki halhalın nasılsa o gürültüde kolaylıkla ayırt edilebilen hoş tınısı küçük ama belirgin bir fırça darbesi olarak ekleniyordu. Kendini neredeyse tüm benliğiyle müziğe kapılmış bulduğunda, bunun o çok sevdiği şarkıdan mı, elinde biraz da hızlı şekilde yudumlamakta olduğu içkisinden mi yoksa az ötede oturan sarışının vücut hareketlerine uyma dürtüsünden mi kaynaklandığını bilemedi. Aslında bu sorunun yanıtı ne çok önemliydi bu anda, ne de çok umurundaydı. Her zaman gündüze yeğlediği gece, sanki bütün hünerlerini sergiliyordu şimdi onun için. Her şeyi, tüm gerçekliği ve dolayısıyla çirkinliği ile yadsınamayacak biçimde gözlerinin önüne seren güneşin parlaklığı yerine, istediği gibi görmesine ve düşlemesine izin veren, ama bir yandan da ruhunun zifiri karanlık tarafından ele geçirmesini engelleyen bir sıcak ışık sunuyordu yaz gecesi.

   Oldum olası özgürlükle zaman arasında yakın bir ilişki olduğuna inanırdı; ne kadar kurtulabilirse zamanın kıskacından, saate bakmaktan ve bir yerlere yetişmekten ne denli uzak kalabilirse o kadar özgür duyumsardı kendini. Ne var ki, insanların tamamının hız tutkusuna kapıldığı sanrısı yaratan 21. yüzyılın yaşam temposunda, mesleği olan denizcilik de içinde yaşadığı büyük ikilemden başka bir şeyi temsil etmiyordu aslında. Ufukta karanın görünmediği denizlerde duyduğu özgürlük hissi, limana yetişmek adına rüzgâr, akıntı ve deniz durumuna göre sürekli güncellenen bir zaman hesabıyla bastırılıyordu onun için. Bu yüzden, zamanı yalnızca güneşin ve ayın yüksekliğine bakarak anlayan, rüzgâr olmadığında yol alamayan ve yaşamları kendisine göre kesinlikle daha yavaş akan eski zaman denizcilerine öykünürdü. Başını olabildiğince yukarı kaldırdı ve dolunaya baktı; zaman kavramının kaybolmuşluğundan memnun, özgür, gözlerini kapatıp etraftaki gecenin birbirine karışan binlerce sesini içine çekti. Sözlerini anlamadığı yerel şarkıların melodileri, sahil ateşlerinde tükenen odunların çıtırtıları, kıyıda kırılan dalgaların foşurtusu, kahkahalar, bağırışlar, çığlıklar, etrafta devam eden eğlencenin kaynağı anlaşılamayan daha nice sesi, şans eseri bir araya gelmiş büyük bir orkestranın doğaçlama ama olağanüstü performansı gibi geldi ona.

     Yüzünün sol tarafında hissettiği hafif sıcaklıkla kumların üzerine döndü tekrar. Üzeri çıplak kaslı vücudu, uzun simsiyah saçlarıyla sahildeki kızlar tarafından oldukça yakışıklı bulunduğu kolayca anlaşılan bir genç, yanan bir meşaleyi süratle etrafında çeviriyor, arada bir ağzına yaklaştırarak hayret nidaları ve alkışlar altında iki-üç metre ileriye alev püskürtüyordu. Hokkabazın gösterisi genç kızların olduğu kadar ilgisini çekmedi; yalnız, onun üflediği alevler bir süredir unutmuş olduğu sarışını da biraz rahatsız etmiş olsa gerek, kızın başını ona doğru çevirdiği ve göz göze geldikleri bir an yaşandı. Arkasından yükselen alevlerin cezp edici ışığı altında aydınlanan yüzü, kuzey halklarına özgü çıkık elmacık kemikleri ve keskin hatlarıyla uyum içinde hafif, zarif, var olup olmadığı konusunda insanı tereddüde düşürecek bir gülümseme taşıyordu. Kahverengi olduğunu sandığı gözlerinde sakin ve güvenli bir edayla doğruca gözlerinin içine baktı. Bu anın ne kadar sürdüğünü bilemedi; galiba ateş üfleyenin bir alevi parlayıp sönene kadar; ama geceyi mükemmele eriştirmek için yeterliydi. Oturduğu yerden doğruldu ve ona doğru yöneldi. Sarışın, başını yeniden sahneye çevirmiş, yüzünün sağ tarafını saçları ile saklamış ve fakat onun yaklaştığını bilirmişçesine bekliyordu.

    Birden duraksadı, niye yerinden kalktığını ve kıza doğru ilerlediğini sorguladı. Ne istiyordu, ne söyleyecekti ya da herhangi bir şey söyleyecek miydi? Gülümsemesinden mi cesaret bulmuştu yoksa o an yaşanmasaydı da yanına gidecek miydi? Kendini son derece iyi hissettiği bu geceyi, sarışından duyabileceği birkaç olumsuz sözle berbat etmeye değer miydi? Nefret ettiği reddedilme duygusuyla bir kez daha yüzleşmenin zamanı mıydı şimdi? Ruhunu gecenin coşkusuna kaptırmış ve karşılıklı yaşanan o anın etkisiyle ilerliyordu ama zihni de türlü olasılık hesaplarıyla yavaşlatmaya çalışıyordu onu. Ama çoğu kez galip gelen öz-denetim mekanizmasının, içten içe hissettiği, bu gecenin sonunda aradığı yanıtları bulabilme olasılığına karşı hiç şansı yoktu. Plansızdı, geceyi nasıl bitirmek istediğini hesaplamıyor, sadece şu anda onun yanında olmak zorunluluğunu hissediyordu ve devam etti. Hiçbir şey söylemeden kızın yanına, müzikle hafifçe sallansa omuzlarının değebileceği, kokusunu alabileceği, mırıldanmalarını duyabileceği, varlığını hissedebileceği kadar yakınına oturdu.

  Sarışın dönüp bakmadı bile, hiç istifini bozmadan kent lisesinin öğrencileri olduğu yaşlarından ve hayran kitlesinden anlaşılan grubu izlemeyi sürdürüyordu. Yine de, artık karşı konulması son derece güç bir dokunma isteği yaratan saçlarının kenarlarından gülümsediğini görebiliyor, çıplak omuzlarının ve sırtının hafifçe gerginleşmesinden kendi varlığının yarattığı etkiyi gözlemleyebiliyordu. Ne yapacağını bilemedi ya da herhangi bir şey yapmak istediğinden emin değildi. Aslında her şeyin yeterince iyi olduğunu duyumsadı içinde; mükemmel bir gece için hazırlanmış sahne sarışın güzelin şu anda yanı başında hissettiği varlığı ile adeta tamamlanmıştı. Hiçbir şey yapması gerekmiyordu, hiçbir şey söylemesine, hiçbir harekette bulunmasına gerek yoktu. Tensel dokunuşlar ile karşılaştırılamayacak ölçüde ruhuna dokunuyordu gece ve hissettiği, her şeyin ötesinde bir doygunluk hali idi. Orada öylece oturmak istedi yalnızca; geceyi, müziği, gençliği, rüzgârın taşıdığı deniz kokusuyla karışan sarışının enfes varlığını solumak. Ve öyle de yaptı, ne kadar sürdü tüm anlayamadı, içkisi bitene, ateş üfleyenin nefesi tükenip gidene kadar mı, yoksa ateşler sönmeye yüz tutup son grup iki bisten sonra sahneyi terk edene kadar mı? Yan yana oturdular, hiç konuşmadan, bir daha hiç göz göze gelmediler. Korkuyorlar mıydı; tekrar göz göze gelirlerse olabileceklerden, geceyi şimdiye kadar mükemmel kılan bu sahnenin tüm oyuncularını ve dekorlarını bir kenara atıp karşılıklı oynayacakları oyundan. Bu sorunun yanıtı hiç verilemedi. Onlar, birbirlerinin varlığı ile ruhlarını besleyerek öylece oturdular. Ve mutluydular. Neredeyse hiç yabancılık çekmeden, kolayca ve sessizce anlaştılar. Olasıdır ki her ikisi için de aynı anlamı taşıyordu gece ve galiba ikisinin de mükemmel geceyi tamamlamak için ihtiyaçları olan birbirleriydi. Bir iki kez, ister istemez, omuzları birbirine dokundu, aralarındaki sessiz iletişim tenlerinden geçerek içlerine aktı. O kısacık anlarda daha mutlu ve daha tam hissettiler kendilerini, yine de hemencecik çektiler kendilerini geri…

     Sonra, dolunay eşsiz bir selamla izleyicilerine veda etti. Yarattığı etkiden son derece hoşnut, gururlu ve mağrur, bu rol işte böyle oynanır dercesine selamladı dünyadakileri. Çıkmadan önce üstadını davet etmeyi de ihmal etmedi. Güneş, yüzü doğuya çevrili liman kentinin üzerine ışıklarını salmak üzere kafasını kaldırdı ufuktan. Ve tüm geceyi neşe ve kahkaha içerisinde dertsiz, tasasız, yaşayarak geçirenler, kumsalda uzanmış oldukları yerlerinden doğruldular. Çadırların içinde ve kumsalda sevişenler, koyun koyuna sabah ayazına direnmeye çalışanlar yavaş yavaş, her hareketlerinde yaşamanın başlı başına bir lütuf olduğunu hissederek ayaklandılar. Her yıl 1 Temmuz’da, yazı karşılamak üzere gerçekleştirdikleri ritüeli bir kez daha tekrarlamaya koyuldular. Üzerlerindeki tüm kıyafetlerden kurtularak yaratıldıkları, doğaya sunuldukları öz hallerine döndüler. Tenlerinin her köşesinin yeni doğan güneşle yıkanmasına izin vererek, kâh el ele tutuşarak kâh yalnız, kimisi biraz utanıp sıkılarak kimisi son derece rahat, bazısı yavaştan ve sakınarak bazısı coşku içinde koşarak denize yöneldiler. Sanki güneş kollarını açmış, onları özenle aydınlattığı denize çağırıyordu. Hepsi, karşı konulması bir küfürmüşçesine bu çağrıya uydular. Karadeniz hiç de kara, korkutucu ve öfkeli değildi bu sabah, suları berrak ve pırıl pırıl görünüyordu, bir dinginlik hali vardı üzerinde, güneş dalgacıklar üzerinde kırıldıkça kendisine yaklaşan gözleri kamaştırıyordu. Denize kavuştular, sabah serinliğinde ürpererek, çıplak bedenlerini suya bıraktılar. Ruhlarını doğaya teslim ederek arındılar, kendilerini yeniden bu dünyanın bir parçasıymış gibi duyumsadılar.

      Onlar da kalktı. Sarışın, zaten bir süredir başını omzuna yaslamış, o da bu durumdan hoşnut gecenin keyfini çıkarıyordu. Gün doğumuyla sarı saçları daha da göz alıcı hale gelmişti. Etraftaki insanlar denize yönelmeye başladıklarında kız başını omzundan kaldırdı, kumsalda saatlerdir oturmaktan ağrımış omuzlarını ve sırtını açmak için kendisi için son derece alelade, o anda onu izleyenler içinse harikulade birkaç esneme hareketi yaptı. Sonra beklenmedik bir çeviklikle ve neşeyle ayağa fırladı. O ayağa zıplarken üzerindeki kısa gece elbisesi de gören hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı şekilde havalandı, sonra da kendiliğinden, kızın kusursuz vücuduna oturuverdi. Şöyle bir etrafına bakındı, güneşi yüzünün pürüzsüzlüğünde hissetmekten memnun gülümsüyordu. Her şeyi başlatan sıcak ve davetkâr gülümseyişini sanki hiç tükenmeyecekmiş gibi yüzünde taşırken, elini zarifçe ona uzattı ve bekledi. Bütün bu hareketler süresince zaten gözlerini kızdan bir an bile ayıramamıştı. Gözlerinin saatler sonra yeniden buluşmasına sevindi, kendisine uzatılan bu meleksi eli geri çevirmesine imkân yoktu. Eli, kızın incecik parmakları ve yumuşacık dokunuşuyla buluştu. Ondan aşağı kalmayan bir enerjiyle yerinden hızla kalkarak doğruldu. Şimdi, ayakta, karşı karşıya, bedenleri neredeyse birbirine değecekmiş gibi, gözlerini kırpmaya çekinerek birbirlerinin gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyorlardı. Sarışın, gözlerini gözlerinden hiç ayırmadan ve sanki onun da ayırmasına izin vermeden, önce üzerindeki elbisenin askılarından, sonra da geriye kalanlardan kurtuldu.

   Aslında çıplaklık konusunda hiçbir zaman rahat olmamıştı ama bugün bu liman kenti ona unutulmayacak bir gece hazırlamıştı. Akşamdan beri kendini kaptırıp koyuverdiği hiçbir şeyden pişman olmamıştı, aksine ruhunun yeniden doygun hissettiği mükemmel bir geceyi yaşıyordu. Şimdi de, karşısında gözlerinin içine bakan ve büyüleyici gülümsemesiyle ona her şeyi yaptırabilecekmiş gibi görünen bu güzellik karşısında çırılçıplak kalmak ve bu sabahki büyük ritüelin bir parçası olarak güneşi, denizi, yaz mevsimini ve doğayı selamlamak üzereydi. Yine de, zihninin bilinmeyen bir köşesinde, kişiliğinin derinliklerinde ya da genlerinin keşfedilmemiş bölgelerinde yaşayan; ailesinden, toplumdan ya da kaynağı belirsiz bir yerlerden öğrenilmiş bir şeyler alıkoyuyordu onu, şu anda etrafındaki yüzlerce çıplak insan arasında fark edilmeyecek bile olsa çıplak kalmaktan. Güzellik, yaşadığı ikircikliği gözlerinden anlamış olsa gerek, daha da sevecen gülümsemeye başladı ona ve daha da güzel baktı gözlerinin içine. Ellerini uzattı ve yanaklarından hafifçe dokunarak yüzüne avuçlarının arasına aldı. Parmak uçlarını usulca yüzünde gezdirmeye başladı, şakaklarından alnına uzandı ve gözlerine doğru indi. Ufak bir hareketiyle gözlerini kapatmasını sağladı ve parmaklarını göz kapaklarının üzerinde tuttu bir süre. Gözlerini kapattığında, kendini çok rahatlamış ve mutlu duyumsadı, gözlerinin önünde milyonlarca yıldızla bezenmiş bir gece görüntüsü belirdi. Samanyolu beyaz bulutsu uzanıyordu bilinmeyen bir başlangıçtan bilinmeyen bir sona doğru ve manzara gerçekten insan algısının ötesinde görkemliydi. Gök kubbenin derinliklerinde kaybolup gitmemek imkânsızdı ama belki de insanın yeniden yolunu bulmak istemeyeceği tek kayboluş bu olurdu. O, yıldızlar arasındaki varış noktası belirsiz düşsel yolculuğuna devam ederken, kız elleriyle göğsüne uzandı ve gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Üçüncü düğmeden sonra kendisi devraldı. Hiç gözlerini açmadan, yıldızları düşleyip sarışın güzelliğin karşısında duran sıcak varlığını hissetmeyi sürdürürken kıyafetlerinin hepsinden kurtuldu ağır ağır. Kıyafetleri ile birlikte büyük bir yük attı sanki üzerinden, yüzyılların taşıyıp getirdiği ve üzerine giydirdiği görünmez bir elbiseyi de çıkarıp kumların arasında kaybolmak üzere bırakmıştı sanki. Ve çok özgür duyumsadı kendini, her şeyden bağımsız ve bağlantısız, en çok kendisi gibi, en saf ve doğaya en yakın.

   Gözlerini açmaya cesaret ettiğinde sonra, güzelliğin aynı sevecenlik ve usanmazlıkla ona bakmayı sürdürdüğünü gördü. İster istemez elini kızın saçlarına götürdü, rüzgârla sağ gözünün üzerine düşmüş sarı saçları biraz geriye attı. Sonra, bir an geldi el ele tutuştular, mükemmel gecenin kumsal üzerinde bıraktığı ayrıntılardan, hala dumanı tüten ateşlerden, içki şişelerinden, kırık çam parçalarından ve insanların sayısını artırmayı matah bir şey sandığı her türlü “şey”den sakınarak denizin hafif çırpıntısı üzerinde gözlerini kamaştıran güneşe doğru yöneldiler. Güneş tenlerine değdi, içlerini ısıttı ve dostça karşıladı onları. Ona ulaşmak için, belki de insanın dünya üzerinde yarattığı ilk yapaylık olan giysilerinden kurtulmuşlardı; şimdi de bedenlerini ve ruhlarını arındırmak için kendilerini denize teslim ettiler.
                                                                                                                      Eylül 2012 
Akdeniz

28 Kasım 2012 Çarşamba






"KORKMA" adlı öykümün geçtiği Antik Roma kenti Pompei'den fotoğraflar....

22 Kasım 2012 Perşembe

KORKMA



KORKMA

          Derinlerden, var ile yok arasında, hayal mi gerçek mi bilinmez, bir ses duydu. Bir tıkırtı mı, bir vızıltı mı yoksa bir inleme ya da zayıf bir kalp atışı mı, bilemedi. Tanımlayamadı, öylesine cılızdı ki, pek de önemsemedi. Sesi; etraftaki türlü giysilere bürünmüş, onlarca farklı dilde söz söyleyen turist kalabalığına, onların yanlarında taşıdıkları büyüklü küçüklü, en basitinden en karmaşığına kameralara, cep telefonlarına, bilgisayarvari aygıtlara yordu. Sonra birçoklarının elindeki “Sesli Rehber” adı verilen aygıtlara gözü takıldı, o gizemli sesin kaynağını bulduğunu düşündü. O yüzden de yanındakilere bahsetmeye bile gerek görmedi duyduğundan ya da duyduğunu sandığından.

          Antik Roma kentinin taş döşeli ince yollarından akan insan kalabalığı içinde, herkes gibi, aradan geçen bin yıllara rağmen çatıları dışında neredeyse tamamı el değmemişçesine duran tapınakları, evleri, hamamları, okulları, kütüphaneleri, genelevleri; bunların içindeki yer mozaiklerini, duvar süslemelerini, heykelleri, havuzları, çeşmeleri ve o dönemin yaşamından geriye kalan diğer tüm o nesneleri hayranlıkla seyrediyordu. Elindeki fotoğraf makinesiyle, aslında tamamı ilgi çekici bulunabilecek fakat göz alıştıkça sıradanlaşan türlü nesneyi kayıt altına almaya çalışır, haritasıyla koca kentte nerede olduğunu saptamaya uğraşırken; dikkatini dağıtan, tüm çabalarına karşı yok sayamadığı, şimdi bir ritim, bir ezgi, hiç tanımadığı bir müzik enstrümanının tınısı gibi gelen o sesti.

         Günün aydınlığı, Vezüv yanardağının batıya bakan doruklarından sonra bu harap Roma evlerinin küçük odalarından ve dar koridorlarından da çekilip, etrafı daha fazla hayal gücüne terk etmeye başlamıştı artık. Öğleden beri yaptığı gibi, bir evden diğerine, bir sokaktan öbürüne ilerliyordu; ama artık adımlarını daha hızlı atmak zorunda hissediyor, çevredeki sayıları oldukça azalmış insanlardan fazla uzak düşmemeye çalışıyordu. Arkadaşları neredeydi bilmiyordu, kentin güneyindeki çıkış kapısına doğru bir yerlerde görmüştü onları en son. Başlangıçta, biraz yalnız kalmak, biraz gönlünce dolaşmak isteğiyle fazla da umursamamıştı bu durumu aslında. Ne de olsa çıkışta bir şekilde buluşacaklardı. Yalnız şimdi, turist kafilelerinin ortadan kaybolduğu, artık iyiden iyiye tenhalaşan Pompei sokaklarında dolanırken bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı.

         Nereden çıktığı, hangi yönden estiği kestirilemeyen akşam rüzgârı birden bire kenti doldurdu; sokak aralarında uğuldadı, evlerin olmayan çatılarından içeriye daldı, kapılardan çıkıp pencerelerden girdi. Binlerce yıllık kent, binaların taş duvarlarındaki sayısız girinti çıkıntısı, harabeleri, dehlizleri, kuyuları, tünelleri, yer altı geçitleriyle rüzgâr perisinin üflediği ilahi bir çalgı gibi ötüyordu. Lakin adı günahla birlikte anılan bu kentin Tanrı tarafından lanetlendiği ve başına felaketlerin yağdırıldığı efsanesini anımsadığında, çalgıyı çalanın bir peri değil de ölüm meleği, çıkan seslerinse ölüler diyarında azap çekenlerin tiz çığlıkları olabileceği geldi aklına. Bu düşünceyle içi ürperdi. Derinlerden hala duymakta olduğu sesin kaynağından şimdi emin gibiydi; rüzgârın hafif haliydi o. Yumuşak, neredeyse hissedilemeyen bir esinti olduğunda, o tanımlayamadığı sesi üretiyordu gizliden gizliye; kuvvetlendiğinde ise bütün kenti kendisinin şefi olduğu bir nefesli çalgılar orkestrasına dönüştürüyordu.    

         Bu uğultu içerisinde sersemlemiş gibi, bilinçsizce ve galiba biraz da sallanarak ilerlerken, zamanında zengin Pompeililerden birine ait olduğu büyüklüğünden ve mimari yapısından kolayca anlaşılan bir evin önünde, aniden, nedensizce durdu. “Dur” diye bir ses mi duymuştu, “bak” mı diyordu ses yoksa “gel” diye mi çağırıyordu, bilemedi. Evin taş duvarları, sanki diğerlerine göre daha toprak rengi, biraz daha kan -hayır, hayır- kiremit kırmızısıydı. Giriş kapısını oluşturan boşluğa içeriye girişi engellemek için yerleştirilmiş demir parmaklığın hemen arkasında, tam kapı eşiğine denk gelen bir yer mozaiği görülüyordu. Mozaikte, Romalı bir avcı, döneme özgü kıyafeti içerisinde, başında başlığı, sırtında yayı ve okları, belinde kılıcıyla, elindeki mızrağı ürkek bir ceylana fırlatmak üzereyken resmedilmişti. Fotoğraf makinesini parmaklıkların arasından uzatarak iyi bir açı yakaladı, deklanşöre bastı. Ancak yeterince ışık alamadığından fotoğrafın karanlık çıktığını, avcının giysisinin hala göz alan parlak kırmızı renginin, ceylanın gözlerindeki korkunun resme yansımadığını fark etti. Daha fazla ışık almak uğruna parmaklığa iyice yaslanınca, demir parmaklık binlerce yıllık taş duvarda zaten idareten tutturulmuş olduğu yuvasından kurtuldu ve içeriye doğru açılıverdi. Sendeledi, iki eliyle de kamerayı tuttuğundan dengesini sağlayamadı ve yüzükoyun mozaiğin üzerine kapaklandı.      

        Şimdi, mozaikteki avcıyla birkaç santim mesafeden göz gözeydiler. Avcının gözlerinde tuhaf bir ifade gördüğünü sandı: korku, insanın ancak en temel güdüsünün tehdit altında olduğunu anladığında yaşayabileceği kadar saf ve yoğun bir korku ve bunun peşinde sürüklediği katıksız bir heyecan. Önce bu büyümüş gözlerin yerli yerindeki rengini ve şeklini süzdü, sonra bakışlarını takip etti bir gariplik bulmak üzere. Avcının bakışları mızrağıyla nişan aldığı geyiğin üzerinde olması gerekirken, o sanki daha uzaklara, geyiğin arkasında ve fakat mozaikte çizilmemiş bir yere, bir şeye bakar gibiydi. Kuşkuyla dizlerinin üzerinde doğrulup mozaiği biraz daha uzaktan inceledi; ceylanın da avcıdan habersiz otlarken ya da avcıdan kaçarken değil, tersine, avcıya doğru koşarken resmedildiğini fark etti. Cellâdına doğru koşan bir ceylan ve avına bakmayan bir avcı, acemi bir Roma mozaik sanatçısının eseri de olabilirdi elbette; ama şu anda kapı eşinde diz çöktüğü ev, böyle bir yanlışlığa göz yumacak insanlara ait olamayacak kadar şaşaalıydı. Bilme arzusunun tutuşturduğu içinde büyüyen merakla, biraz daha dikkatle ve biraz daha geri çekilerek bakınca mızrağın ucunun da avı değil, mozaiğin sağ üst köşesinden yukarıya doğru, başka bir yeri gösterdiğini fark etti. Burası, birçok eski Roma evinin geniş avlusunda yer alan, genişliği birkaç metreyi, derinliği iki karışı geçmeyen sıradan bir havuzdu. Farklı olan, şimdiye kadar gördüğü tüm evlerde bu havuzlar konukları karşılarmışçasına kapının tam karşısında bulunurken, bu evde mızrağın ucuna karşılık gelecek şekilde kapının çaprazında yer almasıydı. Öyle ki, parmaklık zorlanıp açılmasa dışarıdan görülemeyecekti bile.

          Çevresine bakındı, sokakta kimseler görünmüyordu. Şimdi, içinde dayanılmaz biçimde büyüyen bir merak, kulaklarında anlamlandıramadığı ama sanki giderek yükselen o ses, aklında yasaklanmış bir yere girmenin doğru olup olmadığına ilişkin sorular ve sırtında soğuk bir ürpertiyle içeriye girmek üzereydi. Etraf iyiden iyiye sessizleşmiş, ıssızlaşmış, sokak taşları üzerinde at nalları misali takırdayarak hayal dünyasında geçmişe yolculuk yapmayı kolaylaştıran kadın ayakkabılarının sesleri duyulmaz olmuştu. Güneş, ışıklarını birer ikişer çekip kenti iyice yalnızlaştırmaya meyletmişken, kara bulutlar, güneşi kovalayıp zamanından da önce evine göndermeye niyetliymişçesine şehrin üzerinde toplaşıyorlardı. Hiçbir zaman çok cesur biri olmamıştı ama şu anda kapının eşiğinden içeriye ilk adımını atarken, kendini tarif edilemeyecek tehlikelerle dolu bilinmeyen diyarları keşfe çıkan bir maceracı gibi duyumsuyordu.

           Doğruca mızrağın işaret ettiği havuza doğru ilerledi. Bir zamanlar bu zengin evin avlusunu oluşturan mermerlerle kaplı zemini yer yer otlar delip geçmiş, kimi kısımlarda rüzgârın ve yağmurun taşıdığı toz toprak taşların üzerini kaplamıştı. Ayaklarıyla otları, kum tanelerini, çakılları, taşları ezerek ilerlerken kulaklarını ve zihnini dolduran o ses, o uğultu, o müzik, o ne olduğu bilinmeyen ritim; benliğini zamandan ve mekândan koparıyor, gözlerini gerçekten imgeleme kaydırıyordu:

          Burası artık bir harabe değil görkemli bir Roma “domus”u, yıl 2012’den iki bin eksik sanki. Sokaklardan, köleler tarafından çekilen tahta arabaların gıcırtıları, at kişnemeleri ve hıslamaları, anlamadığı bir dilde konuşan, pazarlık yapan ve kavga eden insanların birbirine karışan sesleri yükseliyor. Konağın içindeyse bu canlılıktan eser yok. Duvarlar yaşamın sesleri içeri almamaya yeminli sanki bugün. Ölü evlerine özgü, fısıltıların üstesinden gelemediği kesif bir sessizlik kaplamış insanların ve eşyaların üzerini. Hizmetçiler avlunun duvarlarına yanaşmış, başları önlerine eğik, suspus, akıbetlerinden endişeli bekleşiyorlar. Karşı duvardaki çeşmeler akmaz, su bile durgunlaşmış gibi. Birtakım iyi giyimli insanlar -evin sahipleri olsa gerek- havuzun etrafında bir çember oluşturmuş, tümünün gözleri havuzun içinde, yüzleri gördükleri manzaranın etkisiyle afallamış vaziyette.                        

         Hizmetçilerin önünden usulca geçerek havuza doğru ilerledi; kafaları önlerinde olduğundan mıdır bilinmez, hiçbiri onu fark etmiyor. Havuzu çevrelemiş insan setine tedirgince yaklaşırken, aralardaki kimi boşluklardan suyun renginin kan kırmızı olduğunu gördü. İyice yanaştı; dehşet içersinde elleriyle yüzünü kapatmış bir kadının omzunun üzerinden korkunç manzarayı gördüğünde irkilerek kendini birkaç adım geriye attı. Mide bulantısı. Akıl tutulması. Hangisi daha kötü? Elini midesine bastırarak kusmamak için kendini zorlarken, hayatı boyunca aklından bu görüntüyü bir daha çıkaramayacağı düşüncesiyle çarpıldı. Bir zaman sonra kendine gelir gibi oldu, cesaretini toplayıp, yeniden, sanki emin olmak istercesine o görüntüye bakmaya karar verdi:
 
         Ancak bir insanın sığabileceği büyüklükteki havuzun içinde, havuza sığamayacak kadar iri, şişman, bembeyaz giysileri şimdi kendi kanını emerek kırmızıya dönmüş, topukları çatlamış çıplak ayaklarından biri havuzun dışında kalmış bir adam yüzüstü yatıyor. Kafası kulaklarına kadar suyun içinde, kalın, yağlı ensesi kat kat, başının arkasındaki seyrelmiş beyaz saçlar da kan rengiyle boyanmakta. Tıpkı boğulmuş da günler sonra suyun yüzeyine vurmuş bir insanın cesedi misali şiş ve yüzermiş gibi, ama belli ki koca gövdesi ve göbeği iki karışlık havuzun tabanına ve kenarlarına değiyor. Kan, gırtlağından kesilmiş boynundan hala oluk oluk suya karışıyor, giderek daha koyu bir hal alıyor ve bedeninin suyun dışında kalan yerlerinde güneşten kuruyor. Havadaki kesif sessizlik, kan kokusuyla daha da ağırlaşmakta. Boynunu kesen hançerin açtığı yarık derin ve geniş, neredeyse ensesine kadar uzanıyor, katil biraz daha zorlasa kafasını koparacakmış gibi. Sağ eli kurtulmak istermişçesine havuzun dışına uzanmış kalmış, yerde yatıyor, böyle bir vücuttan beklenmeyecek derecede zarif bir el, uzun güzel parmaklar; hayatı boyunca şaraptan, kadından, yemekten ve paradan başka bir şeye dokunmaya gerek duymamış, yalnızca, can verirken son bir çırpınışla yeri kazımış olsa gerek, zeminde tırnak izleri, tırnak aralarında toprak parçaları.

            Sonra bir ses mi duydu, o ses miydi bilinmez, birden kafasını kaldırdı. Konağın avlusunun köşesinde, gölgeler içinde, bu ne yapacağını şaşırmış insan güruhunun ötesinde sakin, telaşsız, olanları izleyen O’nu gördü. Rengârenk kıyafetli ev ahalisiyle tezat halinde, üzerinde kara bir elbise -daha çok başlığı kapalı bir cübbe içinde- öylece dikiliyordu. Tıpkı kendisi gibi, sanki bu mekâna, bu zamana ait değildi. Cübbenin bol kolu içinde görülmeyen elini kendisini selamlıyormuşçasına yavaşça kaldırdı, eli bir süre havada asılı kaldı. Bu harekete ne karşılık vereceğine karar veremedi, kendisine olduğundan emin bile değildi. Neden sonra el havada hayali bir daire çizdi; karşısında duran kalabalık içinden biri, keskin yüz hatlarına, kararlı bir ifadeye ve güven veren omuzlara sahip kumral genç bir adam, suratındaki durgun ifadeden sıyrıldı, gerisin geriye döndü ve O’na doğru yürümeye başladı.

             İçini kaplayan büyük korkuya rağmen, yavaş adımlarla O’na doğru ilerleyen adamı takip etmeye başladı. Temkinli, aralarındaki mesafeyi koruyarak. Yerde, genç adamın her adımda arkasında bıraktığı ufak kan damlalarını gördü önce, o da mı yaralı diye düşündü safça. Sonra, giysisinin içine beceriksizce saklamaya çalıştığı, üzerinden hala kan damlayan hançeri fark etti. Duraksadı, öldürülmekten, izlediği bu adamın bir anda dönüp o hançerle kendisini de deşmesinden korktu. Oysa bu adam değildi asıl korkması gereken, çünkü o ölümün kendisi değil bir sureti, bir aracıydı sadece. Devam etti. Şimdi kara cübbeli, katil ve o peşi sıra yürümekteydiler konağın bilinmeyen derinliklerine doğru. Arka kapıdan dar bir sokağa çıktılar, oradan bir başkasına, sonra onunla kesişen bir diğerine. Sokaklardaki insanlar giderek daha kirli, daha vahşi, daha aç görünüyorlardı. Yoksulluk, kavga ve kan giderek artıyordu kentin dış çeperlerine doğru uzaklaştıkça. Bir göz odalarda, onlarca gözün yaşadığı bir sokağa vardılar. Odalardan birine girdi kara cübbeli kapıyı açmaya gerek duymadan, ardından genç adam kapıyı beş kez kısa kısa vurdu bir parola misali. Ürkekçe açıldı kapı, aralığından bir çift yeşil göz görüldü belli belirsiz, eşikteki el genç bir kadına aitti kuşkusuz. Girdiler.

-       Tamam mı, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, kafasını kaldırmadan.
-       Tamam, dedi genç adam, omuzlarını silkti, ne hissetmesi gerektiğini bilemeden.

       Yaklaştılar, zaten çok yakındılar, belliydi. Birbirlerine bakışlarından, bedenlerinin duruşundan, her şeyden. Âşıktılar. Belliydi. Ve güzeldiler. Gözleri, yüzleri, bedenleri ve ruhlarıyla. Temizdiler. O bembeyaz elbiselilerin tümünden daha paktılar. Şimdiye kadar. Üzerinden hala kan damlayan hançer yaşamlarına girmeden önce. Her şeye rağmen umut doluydular. Ne olurdu, zaten her şeyi olan adam O’nu da istemeseydi. Ne olurdu, her şekilde tatmin edilmiş ve çoktan sona ermiş cinselliğinin arzularına bu genç kadını da kurban etmek istemeseydi. Köle, hür, asil, köylü, barbar, kentli yüzlerce kadının üzerinde gezinmiş bakımlı elleri, bu güneşin bile dokunmaya kıyamadığı tene de dokunmayıverseydi. Sadece alabilecek olduğu için almasaydı.

- Gidiyor muyuz, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, umutla sevgilisinin gözlerinin kahverengisini arayarak.
-       Gidiyoruz, dedi genç adam, boğazı düğüm düğüm, gözlerini kaçırarak.

            Ama gidecek yer yoktu. Kaçacak yer yoktu. Gidilecek her yerde açlık, sefalet ve hastalık kol geziyordu. Ve kaçaklık. Ve tabi kölelik. Şu bir anlık şaşkınlıkları geçer geçmez peşlerine düşeceklerdi. Kellelerine ödüller koyacak, işleri kan dökmek olan adamları arkalarına takacaklardı. Ta ki o havuzu dolduranın iki katı kan akana kadar, ta ki bu güzel kafalar bu güzel bedenlerden zulüm altında ayrılana kadar… Uzaklarda intikam yeminleri edildi, keseler açıldı ve sikkeler saçıldı… Borular çalındı hemen ardından, miğferler giyildi, kılıç takımları şakırdadı ve atlara üzengiler vuruldu… Ve genç adam duydu kaderlerinin habercisi olan tüm bu sesleri.

-       Hazır mısın, diye sordu genç adam, çaresiz.
-       Hazırım, dedi genç kadın ve öteberisini doldurduğu çuvalı almak için arkasını döndü.

            İşte o zaman hançer yerinden çıktı. Üzerinde hala her şeyin sebebi olan adamın kanı vardı. Bu asil ve pis kanı elbisesinin eteğine sildi, hançeri temizledi. Sevgilisine, her şeyine, arkasından yaklaştı, sol eliyle belinden kavradı, her zamanki gibi kendi bedenine bastırdı, yüzünü saçlarına gömüp çiçeksi kokusunu içine çekti, bir kez daha, bir kez daha ve son kez. Bunu o kaybolup gittiği gözlerinin içine bakarak yapamazdı, onun o saf ve ümit dolu yüreğine sebeplerini açıklayamazdı, onun yaşayacağı acılara katlanamaz, onu bir kez daha koruyamamaya dayanamazdı. Kulağına eğildi, aşkını son kez fısıldadı ve “korkma, geliyorum” dedi. Sağ elindeki hançeri tek hamlede sevdiğinin kalbine sapladı, kızın sımsıkı sardığı vücudu sarsıldı, sadece bir kez, hiç sesini çıkarmadan can verdi, çabucak ve kolayca, ölüm meleği yanı başlarındaydı ne de olsa. Kucakladı onu, gözlerinden boşanan kanlı yaşlardan pek iyi göremez olmuştu; sevgilisini, günlerin ve gecelerin, güneş, ay ve yıldızların birbirine karıştığı, çimenlerden ve tüylerden daha yumuşak o taş döşeğe yatırdı. Uyuyormuş gibi görünen meleksi yüzünden son bir kez öptü, yanına uzandı. Hançeri son kez, bu kez kendi aşk dolu kalbini durdurmak için sapladı.      
 
            Kara cübbeli, işini bitirmiş de başka bir yere yetişecekmiş gibi saklandığı gölgeli, koyu köşede hareketlendi, kapıdan dışarıya doğru seğirtti. O da peşinden çıktı.

-       Gelme, dedi ölüm meleği.
-       Neden, diye sordu.
-       Yeterince gördün, dedi, senin zamanın gelmedi.

            Birkaç adım daha attı karanlık sokakta. O da peşinden gitti.

-       Cesurmuşsun, dedi ölüm meleği.
-       Hiç cesur olmadım, dedi.
-       Ama korkmuyor gibisin.
-       Beni götüreceğin yerde buradan kötü ne olabilir ki!
-       Daha göreceklerin var, dedi, senin zamanın gelmedi.

        Sonra, sonra o ses yeniden duyuldu, yine derinlerden, önce hafiften başladı, bir zayıf patırtı, sonra şiddetlendi ve keskinleşti, kulaklarında uğuldadı, ruhunu deldi geçti, bedenini aldığı yere bıraktı ve zamanı geri getirdi. Kendini kuru havuzun başında anlamsız gözlerle havuzun içine bakarken buldu. Cep telefonu durmaksızın çalıyordu, açtı. Arayan arkadaşlarıydı, endişeli ve kızgın sözlerine bir kuru “geliyorum” ile yanıt verdi. Çıkarken kapı eşiğindeki mozaiğin üzerine eğildi, ellerini ceylanın boynunda gezdirdi severmiş gibi, “korkma” dedi. Sonra avcı ile yeniden göz göze geldiler, elindeki mızrağa baktı, gülümsedi ve bir göz kırptı, “o elindeki bir işe yaramaz” dedi.    
Ekim 2012
Akdeniz