KORKMA
Derinlerden,
var ile yok arasında, hayal mi gerçek mi bilinmez, bir ses duydu. Bir tıkırtı
mı, bir vızıltı mı yoksa bir inleme ya da zayıf bir kalp atışı mı, bilemedi.
Tanımlayamadı, öylesine cılızdı ki, pek de önemsemedi. Sesi; etraftaki türlü giysilere
bürünmüş, onlarca farklı dilde söz söyleyen turist kalabalığına, onların yanlarında
taşıdıkları büyüklü küçüklü, en basitinden en karmaşığına kameralara, cep
telefonlarına, bilgisayarvari aygıtlara yordu. Sonra birçoklarının elindeki
“Sesli Rehber” adı verilen aygıtlara gözü takıldı, o gizemli sesin kaynağını
bulduğunu düşündü. O yüzden de yanındakilere bahsetmeye bile gerek görmedi
duyduğundan ya da duyduğunu sandığından.
Antik
Roma kentinin taş döşeli ince yollarından akan insan kalabalığı içinde, herkes
gibi, aradan geçen bin yıllara rağmen çatıları dışında neredeyse tamamı el değmemişçesine
duran tapınakları, evleri, hamamları, okulları, kütüphaneleri, genelevleri; bunların
içindeki yer mozaiklerini, duvar süslemelerini, heykelleri, havuzları,
çeşmeleri ve o dönemin yaşamından geriye kalan diğer tüm o nesneleri hayranlıkla
seyrediyordu. Elindeki fotoğraf makinesiyle, aslında tamamı ilgi çekici
bulunabilecek fakat göz alıştıkça sıradanlaşan türlü nesneyi kayıt altına
almaya çalışır, haritasıyla koca kentte nerede olduğunu saptamaya uğraşırken;
dikkatini dağıtan, tüm çabalarına karşı yok sayamadığı, şimdi bir ritim, bir
ezgi, hiç tanımadığı bir müzik enstrümanının tınısı gibi gelen o sesti.
Günün
aydınlığı, Vezüv yanardağının batıya bakan doruklarından sonra bu harap Roma
evlerinin küçük odalarından ve dar koridorlarından da çekilip, etrafı daha
fazla hayal gücüne terk etmeye başlamıştı artık. Öğleden beri yaptığı gibi, bir
evden diğerine, bir sokaktan öbürüne ilerliyordu; ama artık adımlarını daha
hızlı atmak zorunda hissediyor, çevredeki sayıları oldukça azalmış insanlardan
fazla uzak düşmemeye çalışıyordu. Arkadaşları neredeydi bilmiyordu, kentin
güneyindeki çıkış kapısına doğru bir yerlerde görmüştü onları en son. Başlangıçta,
biraz yalnız kalmak, biraz gönlünce dolaşmak isteğiyle fazla da umursamamıştı
bu durumu aslında. Ne de olsa çıkışta bir şekilde buluşacaklardı. Yalnız şimdi,
turist kafilelerinin ortadan kaybolduğu, artık iyiden iyiye tenhalaşan Pompei
sokaklarında dolanırken bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulamaya
başlamıştı.
Nereden
çıktığı, hangi yönden estiği kestirilemeyen akşam rüzgârı birden bire kenti
doldurdu; sokak aralarında uğuldadı, evlerin olmayan çatılarından içeriye
daldı, kapılardan çıkıp pencerelerden girdi. Binlerce yıllık kent, binaların
taş duvarlarındaki sayısız girinti çıkıntısı, harabeleri, dehlizleri, kuyuları,
tünelleri, yer altı geçitleriyle rüzgâr perisinin üflediği ilahi bir çalgı gibi
ötüyordu. Lakin adı günahla birlikte anılan bu kentin Tanrı tarafından
lanetlendiği ve başına felaketlerin yağdırıldığı efsanesini anımsadığında,
çalgıyı çalanın bir peri değil de ölüm meleği, çıkan seslerinse ölüler diyarında
azap çekenlerin tiz çığlıkları olabileceği geldi aklına. Bu düşünceyle içi
ürperdi. Derinlerden hala duymakta olduğu sesin kaynağından şimdi emin gibiydi;
rüzgârın hafif haliydi o. Yumuşak, neredeyse hissedilemeyen bir esinti
olduğunda, o tanımlayamadığı sesi üretiyordu gizliden gizliye; kuvvetlendiğinde
ise bütün kenti kendisinin şefi olduğu bir nefesli çalgılar orkestrasına
dönüştürüyordu.
Bu
uğultu içerisinde sersemlemiş gibi, bilinçsizce ve galiba biraz da sallanarak
ilerlerken, zamanında zengin Pompeililerden birine ait olduğu büyüklüğünden ve
mimari yapısından kolayca anlaşılan bir evin önünde, aniden, nedensizce durdu. “Dur”
diye bir ses mi duymuştu, “bak” mı diyordu ses yoksa “gel” diye mi çağırıyordu,
bilemedi. Evin taş duvarları, sanki diğerlerine göre daha toprak rengi, biraz
daha kan -hayır, hayır- kiremit kırmızısıydı. Giriş kapısını oluşturan boşluğa içeriye
girişi engellemek için yerleştirilmiş demir parmaklığın hemen arkasında, tam
kapı eşiğine denk gelen bir yer mozaiği görülüyordu. Mozaikte, Romalı bir avcı,
döneme özgü kıyafeti içerisinde, başında başlığı, sırtında yayı ve okları, belinde
kılıcıyla, elindeki mızrağı ürkek bir ceylana fırlatmak üzereyken
resmedilmişti. Fotoğraf makinesini parmaklıkların arasından uzatarak iyi bir
açı yakaladı, deklanşöre bastı. Ancak yeterince ışık alamadığından fotoğrafın
karanlık çıktığını, avcının giysisinin hala göz alan parlak kırmızı renginin,
ceylanın gözlerindeki korkunun resme yansımadığını fark etti. Daha fazla ışık
almak uğruna parmaklığa iyice yaslanınca, demir parmaklık binlerce yıllık taş
duvarda zaten idareten tutturulmuş olduğu yuvasından kurtuldu ve içeriye doğru
açılıverdi. Sendeledi, iki eliyle de kamerayı tuttuğundan dengesini sağlayamadı
ve yüzükoyun mozaiğin üzerine kapaklandı.
Şimdi,
mozaikteki avcıyla birkaç santim mesafeden göz gözeydiler. Avcının gözlerinde
tuhaf bir ifade gördüğünü sandı: korku, insanın ancak en temel güdüsünün tehdit
altında olduğunu anladığında yaşayabileceği kadar saf ve yoğun bir korku ve bunun
peşinde sürüklediği katıksız bir heyecan. Önce bu büyümüş gözlerin yerli
yerindeki rengini ve şeklini süzdü, sonra bakışlarını takip etti bir gariplik
bulmak üzere. Avcının bakışları mızrağıyla nişan aldığı geyiğin üzerinde olması
gerekirken, o sanki daha uzaklara, geyiğin arkasında ve fakat mozaikte
çizilmemiş bir yere, bir şeye bakar gibiydi. Kuşkuyla dizlerinin üzerinde
doğrulup mozaiği biraz daha uzaktan inceledi; ceylanın da avcıdan habersiz
otlarken ya da avcıdan kaçarken değil, tersine, avcıya doğru koşarken
resmedildiğini fark etti. Cellâdına doğru koşan bir ceylan ve avına bakmayan
bir avcı, acemi bir Roma mozaik sanatçısının eseri de olabilirdi elbette; ama
şu anda kapı eşinde diz çöktüğü ev, böyle bir yanlışlığa göz yumacak insanlara
ait olamayacak kadar şaşaalıydı. Bilme arzusunun tutuşturduğu içinde büyüyen
merakla, biraz daha dikkatle ve biraz daha geri çekilerek bakınca mızrağın ucunun
da avı değil, mozaiğin sağ üst köşesinden yukarıya doğru, başka bir yeri
gösterdiğini fark etti. Burası, birçok eski Roma evinin geniş avlusunda yer
alan, genişliği birkaç metreyi, derinliği iki karışı geçmeyen sıradan bir havuzdu.
Farklı olan, şimdiye kadar gördüğü tüm evlerde bu havuzlar konukları
karşılarmışçasına kapının tam karşısında bulunurken, bu evde mızrağın ucuna karşılık
gelecek şekilde kapının çaprazında yer almasıydı. Öyle ki, parmaklık zorlanıp açılmasa
dışarıdan görülemeyecekti bile.
Çevresine
bakındı, sokakta kimseler görünmüyordu. Şimdi, içinde dayanılmaz biçimde
büyüyen bir merak, kulaklarında anlamlandıramadığı ama sanki giderek yükselen o
ses, aklında yasaklanmış bir yere girmenin doğru olup olmadığına ilişkin
sorular ve sırtında soğuk bir ürpertiyle içeriye girmek üzereydi. Etraf iyiden
iyiye sessizleşmiş, ıssızlaşmış, sokak taşları üzerinde at nalları misali takırdayarak
hayal dünyasında geçmişe yolculuk yapmayı kolaylaştıran kadın ayakkabılarının
sesleri duyulmaz olmuştu. Güneş, ışıklarını birer ikişer çekip kenti iyice
yalnızlaştırmaya meyletmişken, kara bulutlar, güneşi kovalayıp zamanından da
önce evine göndermeye niyetliymişçesine şehrin üzerinde toplaşıyorlardı. Hiçbir
zaman çok cesur biri olmamıştı ama şu anda kapının eşiğinden içeriye ilk
adımını atarken, kendini tarif edilemeyecek tehlikelerle dolu bilinmeyen
diyarları keşfe çıkan bir maceracı gibi duyumsuyordu.
Doğruca
mızrağın işaret ettiği havuza doğru ilerledi. Bir zamanlar bu zengin evin avlusunu
oluşturan mermerlerle kaplı zemini yer yer otlar delip geçmiş, kimi kısımlarda rüzgârın
ve yağmurun taşıdığı toz toprak taşların üzerini kaplamıştı. Ayaklarıyla
otları, kum tanelerini, çakılları, taşları ezerek ilerlerken kulaklarını ve
zihnini dolduran o ses, o uğultu, o müzik, o ne olduğu bilinmeyen ritim;
benliğini zamandan ve mekândan koparıyor, gözlerini gerçekten imgeleme
kaydırıyordu:
Burası
artık bir harabe değil görkemli bir Roma “domus”u, yıl 2012’den iki bin eksik
sanki. Sokaklardan, köleler tarafından çekilen tahta arabaların gıcırtıları, at
kişnemeleri ve hıslamaları, anlamadığı bir dilde konuşan, pazarlık yapan ve
kavga eden insanların birbirine karışan sesleri yükseliyor. Konağın içindeyse
bu canlılıktan eser yok. Duvarlar yaşamın sesleri içeri almamaya yeminli sanki
bugün. Ölü evlerine özgü, fısıltıların üstesinden gelemediği kesif bir
sessizlik kaplamış insanların ve eşyaların üzerini. Hizmetçiler avlunun
duvarlarına yanaşmış, başları önlerine eğik, suspus, akıbetlerinden endişeli bekleşiyorlar.
Karşı duvardaki çeşmeler akmaz, su bile durgunlaşmış gibi. Birtakım iyi giyimli
insanlar -evin sahipleri olsa gerek- havuzun etrafında bir çember oluşturmuş,
tümünün gözleri havuzun içinde, yüzleri gördükleri manzaranın etkisiyle
afallamış vaziyette.
Hizmetçilerin
önünden usulca geçerek havuza doğru ilerledi; kafaları önlerinde olduğundan
mıdır bilinmez, hiçbiri onu fark etmiyor. Havuzu çevrelemiş insan setine tedirgince
yaklaşırken, aralardaki kimi boşluklardan suyun renginin kan kırmızı olduğunu
gördü. İyice yanaştı; dehşet içersinde elleriyle yüzünü kapatmış bir kadının omzunun
üzerinden korkunç manzarayı gördüğünde irkilerek kendini birkaç adım geriye
attı. Mide bulantısı. Akıl tutulması. Hangisi daha kötü? Elini midesine
bastırarak kusmamak için kendini zorlarken, hayatı boyunca aklından bu görüntüyü
bir daha çıkaramayacağı düşüncesiyle çarpıldı. Bir zaman sonra kendine gelir
gibi oldu, cesaretini toplayıp, yeniden, sanki emin olmak istercesine o
görüntüye bakmaya karar verdi:
Ancak
bir insanın sığabileceği büyüklükteki havuzun içinde, havuza sığamayacak kadar
iri, şişman, bembeyaz giysileri şimdi kendi kanını emerek kırmızıya dönmüş, topukları
çatlamış çıplak ayaklarından biri havuzun dışında kalmış bir adam yüzüstü
yatıyor. Kafası kulaklarına kadar suyun içinde, kalın, yağlı ensesi kat kat,
başının arkasındaki seyrelmiş beyaz saçlar da kan rengiyle boyanmakta. Tıpkı boğulmuş
da günler sonra suyun yüzeyine vurmuş bir insanın cesedi misali şiş ve yüzermiş
gibi, ama belli ki koca gövdesi ve göbeği iki karışlık havuzun tabanına ve
kenarlarına değiyor. Kan, gırtlağından kesilmiş boynundan hala oluk oluk suya
karışıyor, giderek daha koyu bir hal alıyor ve bedeninin suyun dışında kalan
yerlerinde güneşten kuruyor. Havadaki kesif sessizlik, kan kokusuyla daha da
ağırlaşmakta. Boynunu kesen hançerin açtığı yarık derin ve geniş, neredeyse
ensesine kadar uzanıyor, katil biraz daha zorlasa kafasını koparacakmış gibi. Sağ
eli kurtulmak istermişçesine havuzun dışına uzanmış kalmış, yerde yatıyor, böyle
bir vücuttan beklenmeyecek derecede zarif bir el, uzun güzel parmaklar; hayatı
boyunca şaraptan, kadından, yemekten ve paradan başka bir şeye dokunmaya gerek
duymamış, yalnızca, can verirken son bir çırpınışla yeri kazımış olsa gerek,
zeminde tırnak izleri, tırnak aralarında toprak parçaları.
Sonra
bir ses mi duydu, o ses miydi bilinmez, birden kafasını kaldırdı. Konağın
avlusunun köşesinde, gölgeler içinde, bu ne yapacağını şaşırmış insan güruhunun
ötesinde sakin, telaşsız, olanları izleyen O’nu gördü. Rengârenk kıyafetli ev
ahalisiyle tezat halinde, üzerinde kara bir elbise -daha çok başlığı kapalı bir
cübbe içinde- öylece dikiliyordu. Tıpkı kendisi gibi, sanki bu mekâna, bu
zamana ait değildi. Cübbenin bol kolu içinde görülmeyen elini kendisini selamlıyormuşçasına
yavaşça kaldırdı, eli bir süre havada asılı kaldı. Bu harekete ne karşılık
vereceğine karar veremedi, kendisine olduğundan emin bile değildi. Neden sonra
el havada hayali bir daire çizdi; karşısında duran kalabalık içinden biri,
keskin yüz hatlarına, kararlı bir ifadeye ve güven veren omuzlara sahip kumral genç
bir adam, suratındaki durgun ifadeden sıyrıldı, gerisin geriye döndü ve O’na
doğru yürümeye başladı.
İçini
kaplayan büyük korkuya rağmen, yavaş adımlarla O’na doğru ilerleyen adamı takip
etmeye başladı. Temkinli, aralarındaki mesafeyi koruyarak. Yerde, genç adamın
her adımda arkasında bıraktığı ufak kan damlalarını gördü önce, o da mı yaralı
diye düşündü safça. Sonra, giysisinin içine beceriksizce saklamaya çalıştığı,
üzerinden hala kan damlayan hançeri fark etti. Duraksadı, öldürülmekten,
izlediği bu adamın bir anda dönüp o hançerle kendisini de deşmesinden korktu. Oysa
bu adam değildi asıl korkması gereken, çünkü o ölümün kendisi değil bir sureti,
bir aracıydı sadece. Devam etti. Şimdi kara cübbeli, katil ve o peşi sıra yürümekteydiler
konağın bilinmeyen derinliklerine doğru. Arka kapıdan dar bir sokağa çıktılar,
oradan bir başkasına, sonra onunla kesişen bir diğerine. Sokaklardaki insanlar
giderek daha kirli, daha vahşi, daha aç görünüyorlardı. Yoksulluk, kavga ve kan
giderek artıyordu kentin dış çeperlerine doğru uzaklaştıkça. Bir göz odalarda,
onlarca gözün yaşadığı bir sokağa vardılar. Odalardan birine girdi kara cübbeli
kapıyı açmaya gerek duymadan, ardından genç adam kapıyı beş kez kısa kısa vurdu
bir parola misali. Ürkekçe açıldı kapı, aralığından bir çift yeşil göz görüldü
belli belirsiz, eşikteki el genç bir kadına aitti kuşkusuz. Girdiler.
-
Tamam
mı, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, kafasını kaldırmadan.
-
Tamam,
dedi genç adam, omuzlarını silkti, ne hissetmesi gerektiğini bilemeden.
Yaklaştılar,
zaten çok yakındılar, belliydi. Birbirlerine bakışlarından, bedenlerinin
duruşundan, her şeyden. Âşıktılar. Belliydi. Ve güzeldiler. Gözleri, yüzleri,
bedenleri ve ruhlarıyla. Temizdiler. O bembeyaz elbiselilerin tümünden daha
paktılar. Şimdiye kadar. Üzerinden hala kan damlayan hançer yaşamlarına
girmeden önce. Her şeye rağmen umut doluydular. Ne olurdu, zaten her şeyi olan
adam O’nu da istemeseydi. Ne olurdu, her şekilde tatmin edilmiş ve çoktan sona
ermiş cinselliğinin arzularına bu genç kadını da kurban etmek istemeseydi. Köle,
hür, asil, köylü, barbar, kentli yüzlerce kadının üzerinde gezinmiş bakımlı
elleri, bu güneşin bile dokunmaya kıyamadığı tene de dokunmayıverseydi. Sadece
alabilecek olduğu için almasaydı.
- Gidiyor
muyuz, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, umutla sevgilisinin gözlerinin
kahverengisini arayarak.
-
Gidiyoruz,
dedi genç adam, boğazı düğüm düğüm, gözlerini kaçırarak.
Ama
gidecek yer yoktu. Kaçacak yer yoktu. Gidilecek her yerde açlık, sefalet ve
hastalık kol geziyordu. Ve kaçaklık. Ve tabi kölelik. Şu bir anlık
şaşkınlıkları geçer geçmez peşlerine düşeceklerdi. Kellelerine ödüller koyacak,
işleri kan dökmek olan adamları arkalarına takacaklardı. Ta ki o havuzu
dolduranın iki katı kan akana kadar, ta ki bu güzel kafalar bu güzel
bedenlerden zulüm altında ayrılana kadar… Uzaklarda intikam yeminleri edildi,
keseler açıldı ve sikkeler saçıldı… Borular çalındı hemen ardından, miğferler
giyildi, kılıç takımları şakırdadı ve atlara üzengiler vuruldu… Ve genç adam
duydu kaderlerinin habercisi olan tüm bu sesleri.
-
Hazır
mısın, diye sordu genç adam, çaresiz.
-
Hazırım,
dedi genç kadın ve öteberisini doldurduğu çuvalı almak için arkasını döndü.
İşte
o zaman hançer yerinden çıktı. Üzerinde hala her şeyin sebebi olan adamın kanı
vardı. Bu asil ve pis kanı elbisesinin eteğine sildi, hançeri temizledi.
Sevgilisine, her şeyine, arkasından yaklaştı, sol eliyle belinden kavradı, her
zamanki gibi kendi bedenine bastırdı, yüzünü saçlarına gömüp çiçeksi kokusunu içine
çekti, bir kez daha, bir kez daha ve son kez. Bunu o kaybolup gittiği
gözlerinin içine bakarak yapamazdı, onun o saf ve ümit dolu yüreğine
sebeplerini açıklayamazdı, onun yaşayacağı acılara katlanamaz, onu bir kez daha
koruyamamaya dayanamazdı. Kulağına eğildi, aşkını son kez fısıldadı ve “korkma,
geliyorum” dedi. Sağ elindeki hançeri tek hamlede sevdiğinin kalbine sapladı,
kızın sımsıkı sardığı vücudu sarsıldı, sadece bir kez, hiç sesini çıkarmadan
can verdi, çabucak ve kolayca, ölüm meleği yanı başlarındaydı ne de olsa. Kucakladı
onu, gözlerinden boşanan kanlı yaşlardan pek iyi göremez olmuştu; sevgilisini,
günlerin ve gecelerin, güneş, ay ve yıldızların birbirine karıştığı, çimenlerden
ve tüylerden daha yumuşak o taş döşeğe yatırdı. Uyuyormuş gibi görünen meleksi
yüzünden son bir kez öptü, yanına uzandı. Hançeri son kez, bu kez kendi aşk
dolu kalbini durdurmak için sapladı.
Kara
cübbeli, işini bitirmiş de başka bir yere yetişecekmiş gibi saklandığı gölgeli,
koyu köşede hareketlendi, kapıdan dışarıya doğru seğirtti. O da peşinden çıktı.
-
Gelme,
dedi ölüm meleği.
-
Neden,
diye sordu.
-
Yeterince
gördün, dedi, senin zamanın gelmedi.
Birkaç
adım daha attı karanlık sokakta. O da peşinden gitti.
-
Cesurmuşsun,
dedi ölüm meleği.
-
Hiç
cesur olmadım, dedi.
-
Ama
korkmuyor gibisin.
-
Beni
götüreceğin yerde buradan kötü ne olabilir ki!
-
Daha
göreceklerin var, dedi, senin zamanın gelmedi.
Sonra,
sonra o ses yeniden duyuldu, yine derinlerden, önce hafiften başladı, bir zayıf
patırtı, sonra şiddetlendi ve keskinleşti, kulaklarında uğuldadı, ruhunu deldi
geçti, bedenini aldığı yere bıraktı ve zamanı geri getirdi. Kendini kuru
havuzun başında anlamsız gözlerle havuzun içine bakarken buldu. Cep telefonu
durmaksızın çalıyordu, açtı. Arayan arkadaşlarıydı, endişeli ve kızgın
sözlerine bir kuru “geliyorum” ile yanıt verdi. Çıkarken kapı eşiğindeki
mozaiğin üzerine eğildi, ellerini ceylanın boynunda gezdirdi severmiş gibi,
“korkma” dedi. Sonra avcı ile yeniden göz göze geldiler, elindeki mızrağa
baktı, gülümsedi ve bir göz kırptı, “o elindeki bir işe yaramaz” dedi.
Ekim 2012
Akdeniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder