22 Kasım 2012 Perşembe

KORKMA



KORKMA

          Derinlerden, var ile yok arasında, hayal mi gerçek mi bilinmez, bir ses duydu. Bir tıkırtı mı, bir vızıltı mı yoksa bir inleme ya da zayıf bir kalp atışı mı, bilemedi. Tanımlayamadı, öylesine cılızdı ki, pek de önemsemedi. Sesi; etraftaki türlü giysilere bürünmüş, onlarca farklı dilde söz söyleyen turist kalabalığına, onların yanlarında taşıdıkları büyüklü küçüklü, en basitinden en karmaşığına kameralara, cep telefonlarına, bilgisayarvari aygıtlara yordu. Sonra birçoklarının elindeki “Sesli Rehber” adı verilen aygıtlara gözü takıldı, o gizemli sesin kaynağını bulduğunu düşündü. O yüzden de yanındakilere bahsetmeye bile gerek görmedi duyduğundan ya da duyduğunu sandığından.

          Antik Roma kentinin taş döşeli ince yollarından akan insan kalabalığı içinde, herkes gibi, aradan geçen bin yıllara rağmen çatıları dışında neredeyse tamamı el değmemişçesine duran tapınakları, evleri, hamamları, okulları, kütüphaneleri, genelevleri; bunların içindeki yer mozaiklerini, duvar süslemelerini, heykelleri, havuzları, çeşmeleri ve o dönemin yaşamından geriye kalan diğer tüm o nesneleri hayranlıkla seyrediyordu. Elindeki fotoğraf makinesiyle, aslında tamamı ilgi çekici bulunabilecek fakat göz alıştıkça sıradanlaşan türlü nesneyi kayıt altına almaya çalışır, haritasıyla koca kentte nerede olduğunu saptamaya uğraşırken; dikkatini dağıtan, tüm çabalarına karşı yok sayamadığı, şimdi bir ritim, bir ezgi, hiç tanımadığı bir müzik enstrümanının tınısı gibi gelen o sesti.

         Günün aydınlığı, Vezüv yanardağının batıya bakan doruklarından sonra bu harap Roma evlerinin küçük odalarından ve dar koridorlarından da çekilip, etrafı daha fazla hayal gücüne terk etmeye başlamıştı artık. Öğleden beri yaptığı gibi, bir evden diğerine, bir sokaktan öbürüne ilerliyordu; ama artık adımlarını daha hızlı atmak zorunda hissediyor, çevredeki sayıları oldukça azalmış insanlardan fazla uzak düşmemeye çalışıyordu. Arkadaşları neredeydi bilmiyordu, kentin güneyindeki çıkış kapısına doğru bir yerlerde görmüştü onları en son. Başlangıçta, biraz yalnız kalmak, biraz gönlünce dolaşmak isteğiyle fazla da umursamamıştı bu durumu aslında. Ne de olsa çıkışta bir şekilde buluşacaklardı. Yalnız şimdi, turist kafilelerinin ortadan kaybolduğu, artık iyiden iyiye tenhalaşan Pompei sokaklarında dolanırken bunun iyi bir fikir olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı.

         Nereden çıktığı, hangi yönden estiği kestirilemeyen akşam rüzgârı birden bire kenti doldurdu; sokak aralarında uğuldadı, evlerin olmayan çatılarından içeriye daldı, kapılardan çıkıp pencerelerden girdi. Binlerce yıllık kent, binaların taş duvarlarındaki sayısız girinti çıkıntısı, harabeleri, dehlizleri, kuyuları, tünelleri, yer altı geçitleriyle rüzgâr perisinin üflediği ilahi bir çalgı gibi ötüyordu. Lakin adı günahla birlikte anılan bu kentin Tanrı tarafından lanetlendiği ve başına felaketlerin yağdırıldığı efsanesini anımsadığında, çalgıyı çalanın bir peri değil de ölüm meleği, çıkan seslerinse ölüler diyarında azap çekenlerin tiz çığlıkları olabileceği geldi aklına. Bu düşünceyle içi ürperdi. Derinlerden hala duymakta olduğu sesin kaynağından şimdi emin gibiydi; rüzgârın hafif haliydi o. Yumuşak, neredeyse hissedilemeyen bir esinti olduğunda, o tanımlayamadığı sesi üretiyordu gizliden gizliye; kuvvetlendiğinde ise bütün kenti kendisinin şefi olduğu bir nefesli çalgılar orkestrasına dönüştürüyordu.    

         Bu uğultu içerisinde sersemlemiş gibi, bilinçsizce ve galiba biraz da sallanarak ilerlerken, zamanında zengin Pompeililerden birine ait olduğu büyüklüğünden ve mimari yapısından kolayca anlaşılan bir evin önünde, aniden, nedensizce durdu. “Dur” diye bir ses mi duymuştu, “bak” mı diyordu ses yoksa “gel” diye mi çağırıyordu, bilemedi. Evin taş duvarları, sanki diğerlerine göre daha toprak rengi, biraz daha kan -hayır, hayır- kiremit kırmızısıydı. Giriş kapısını oluşturan boşluğa içeriye girişi engellemek için yerleştirilmiş demir parmaklığın hemen arkasında, tam kapı eşiğine denk gelen bir yer mozaiği görülüyordu. Mozaikte, Romalı bir avcı, döneme özgü kıyafeti içerisinde, başında başlığı, sırtında yayı ve okları, belinde kılıcıyla, elindeki mızrağı ürkek bir ceylana fırlatmak üzereyken resmedilmişti. Fotoğraf makinesini parmaklıkların arasından uzatarak iyi bir açı yakaladı, deklanşöre bastı. Ancak yeterince ışık alamadığından fotoğrafın karanlık çıktığını, avcının giysisinin hala göz alan parlak kırmızı renginin, ceylanın gözlerindeki korkunun resme yansımadığını fark etti. Daha fazla ışık almak uğruna parmaklığa iyice yaslanınca, demir parmaklık binlerce yıllık taş duvarda zaten idareten tutturulmuş olduğu yuvasından kurtuldu ve içeriye doğru açılıverdi. Sendeledi, iki eliyle de kamerayı tuttuğundan dengesini sağlayamadı ve yüzükoyun mozaiğin üzerine kapaklandı.      

        Şimdi, mozaikteki avcıyla birkaç santim mesafeden göz gözeydiler. Avcının gözlerinde tuhaf bir ifade gördüğünü sandı: korku, insanın ancak en temel güdüsünün tehdit altında olduğunu anladığında yaşayabileceği kadar saf ve yoğun bir korku ve bunun peşinde sürüklediği katıksız bir heyecan. Önce bu büyümüş gözlerin yerli yerindeki rengini ve şeklini süzdü, sonra bakışlarını takip etti bir gariplik bulmak üzere. Avcının bakışları mızrağıyla nişan aldığı geyiğin üzerinde olması gerekirken, o sanki daha uzaklara, geyiğin arkasında ve fakat mozaikte çizilmemiş bir yere, bir şeye bakar gibiydi. Kuşkuyla dizlerinin üzerinde doğrulup mozaiği biraz daha uzaktan inceledi; ceylanın da avcıdan habersiz otlarken ya da avcıdan kaçarken değil, tersine, avcıya doğru koşarken resmedildiğini fark etti. Cellâdına doğru koşan bir ceylan ve avına bakmayan bir avcı, acemi bir Roma mozaik sanatçısının eseri de olabilirdi elbette; ama şu anda kapı eşinde diz çöktüğü ev, böyle bir yanlışlığa göz yumacak insanlara ait olamayacak kadar şaşaalıydı. Bilme arzusunun tutuşturduğu içinde büyüyen merakla, biraz daha dikkatle ve biraz daha geri çekilerek bakınca mızrağın ucunun da avı değil, mozaiğin sağ üst köşesinden yukarıya doğru, başka bir yeri gösterdiğini fark etti. Burası, birçok eski Roma evinin geniş avlusunda yer alan, genişliği birkaç metreyi, derinliği iki karışı geçmeyen sıradan bir havuzdu. Farklı olan, şimdiye kadar gördüğü tüm evlerde bu havuzlar konukları karşılarmışçasına kapının tam karşısında bulunurken, bu evde mızrağın ucuna karşılık gelecek şekilde kapının çaprazında yer almasıydı. Öyle ki, parmaklık zorlanıp açılmasa dışarıdan görülemeyecekti bile.

          Çevresine bakındı, sokakta kimseler görünmüyordu. Şimdi, içinde dayanılmaz biçimde büyüyen bir merak, kulaklarında anlamlandıramadığı ama sanki giderek yükselen o ses, aklında yasaklanmış bir yere girmenin doğru olup olmadığına ilişkin sorular ve sırtında soğuk bir ürpertiyle içeriye girmek üzereydi. Etraf iyiden iyiye sessizleşmiş, ıssızlaşmış, sokak taşları üzerinde at nalları misali takırdayarak hayal dünyasında geçmişe yolculuk yapmayı kolaylaştıran kadın ayakkabılarının sesleri duyulmaz olmuştu. Güneş, ışıklarını birer ikişer çekip kenti iyice yalnızlaştırmaya meyletmişken, kara bulutlar, güneşi kovalayıp zamanından da önce evine göndermeye niyetliymişçesine şehrin üzerinde toplaşıyorlardı. Hiçbir zaman çok cesur biri olmamıştı ama şu anda kapının eşiğinden içeriye ilk adımını atarken, kendini tarif edilemeyecek tehlikelerle dolu bilinmeyen diyarları keşfe çıkan bir maceracı gibi duyumsuyordu.

           Doğruca mızrağın işaret ettiği havuza doğru ilerledi. Bir zamanlar bu zengin evin avlusunu oluşturan mermerlerle kaplı zemini yer yer otlar delip geçmiş, kimi kısımlarda rüzgârın ve yağmurun taşıdığı toz toprak taşların üzerini kaplamıştı. Ayaklarıyla otları, kum tanelerini, çakılları, taşları ezerek ilerlerken kulaklarını ve zihnini dolduran o ses, o uğultu, o müzik, o ne olduğu bilinmeyen ritim; benliğini zamandan ve mekândan koparıyor, gözlerini gerçekten imgeleme kaydırıyordu:

          Burası artık bir harabe değil görkemli bir Roma “domus”u, yıl 2012’den iki bin eksik sanki. Sokaklardan, köleler tarafından çekilen tahta arabaların gıcırtıları, at kişnemeleri ve hıslamaları, anlamadığı bir dilde konuşan, pazarlık yapan ve kavga eden insanların birbirine karışan sesleri yükseliyor. Konağın içindeyse bu canlılıktan eser yok. Duvarlar yaşamın sesleri içeri almamaya yeminli sanki bugün. Ölü evlerine özgü, fısıltıların üstesinden gelemediği kesif bir sessizlik kaplamış insanların ve eşyaların üzerini. Hizmetçiler avlunun duvarlarına yanaşmış, başları önlerine eğik, suspus, akıbetlerinden endişeli bekleşiyorlar. Karşı duvardaki çeşmeler akmaz, su bile durgunlaşmış gibi. Birtakım iyi giyimli insanlar -evin sahipleri olsa gerek- havuzun etrafında bir çember oluşturmuş, tümünün gözleri havuzun içinde, yüzleri gördükleri manzaranın etkisiyle afallamış vaziyette.                        

         Hizmetçilerin önünden usulca geçerek havuza doğru ilerledi; kafaları önlerinde olduğundan mıdır bilinmez, hiçbiri onu fark etmiyor. Havuzu çevrelemiş insan setine tedirgince yaklaşırken, aralardaki kimi boşluklardan suyun renginin kan kırmızı olduğunu gördü. İyice yanaştı; dehşet içersinde elleriyle yüzünü kapatmış bir kadının omzunun üzerinden korkunç manzarayı gördüğünde irkilerek kendini birkaç adım geriye attı. Mide bulantısı. Akıl tutulması. Hangisi daha kötü? Elini midesine bastırarak kusmamak için kendini zorlarken, hayatı boyunca aklından bu görüntüyü bir daha çıkaramayacağı düşüncesiyle çarpıldı. Bir zaman sonra kendine gelir gibi oldu, cesaretini toplayıp, yeniden, sanki emin olmak istercesine o görüntüye bakmaya karar verdi:
 
         Ancak bir insanın sığabileceği büyüklükteki havuzun içinde, havuza sığamayacak kadar iri, şişman, bembeyaz giysileri şimdi kendi kanını emerek kırmızıya dönmüş, topukları çatlamış çıplak ayaklarından biri havuzun dışında kalmış bir adam yüzüstü yatıyor. Kafası kulaklarına kadar suyun içinde, kalın, yağlı ensesi kat kat, başının arkasındaki seyrelmiş beyaz saçlar da kan rengiyle boyanmakta. Tıpkı boğulmuş da günler sonra suyun yüzeyine vurmuş bir insanın cesedi misali şiş ve yüzermiş gibi, ama belli ki koca gövdesi ve göbeği iki karışlık havuzun tabanına ve kenarlarına değiyor. Kan, gırtlağından kesilmiş boynundan hala oluk oluk suya karışıyor, giderek daha koyu bir hal alıyor ve bedeninin suyun dışında kalan yerlerinde güneşten kuruyor. Havadaki kesif sessizlik, kan kokusuyla daha da ağırlaşmakta. Boynunu kesen hançerin açtığı yarık derin ve geniş, neredeyse ensesine kadar uzanıyor, katil biraz daha zorlasa kafasını koparacakmış gibi. Sağ eli kurtulmak istermişçesine havuzun dışına uzanmış kalmış, yerde yatıyor, böyle bir vücuttan beklenmeyecek derecede zarif bir el, uzun güzel parmaklar; hayatı boyunca şaraptan, kadından, yemekten ve paradan başka bir şeye dokunmaya gerek duymamış, yalnızca, can verirken son bir çırpınışla yeri kazımış olsa gerek, zeminde tırnak izleri, tırnak aralarında toprak parçaları.

            Sonra bir ses mi duydu, o ses miydi bilinmez, birden kafasını kaldırdı. Konağın avlusunun köşesinde, gölgeler içinde, bu ne yapacağını şaşırmış insan güruhunun ötesinde sakin, telaşsız, olanları izleyen O’nu gördü. Rengârenk kıyafetli ev ahalisiyle tezat halinde, üzerinde kara bir elbise -daha çok başlığı kapalı bir cübbe içinde- öylece dikiliyordu. Tıpkı kendisi gibi, sanki bu mekâna, bu zamana ait değildi. Cübbenin bol kolu içinde görülmeyen elini kendisini selamlıyormuşçasına yavaşça kaldırdı, eli bir süre havada asılı kaldı. Bu harekete ne karşılık vereceğine karar veremedi, kendisine olduğundan emin bile değildi. Neden sonra el havada hayali bir daire çizdi; karşısında duran kalabalık içinden biri, keskin yüz hatlarına, kararlı bir ifadeye ve güven veren omuzlara sahip kumral genç bir adam, suratındaki durgun ifadeden sıyrıldı, gerisin geriye döndü ve O’na doğru yürümeye başladı.

             İçini kaplayan büyük korkuya rağmen, yavaş adımlarla O’na doğru ilerleyen adamı takip etmeye başladı. Temkinli, aralarındaki mesafeyi koruyarak. Yerde, genç adamın her adımda arkasında bıraktığı ufak kan damlalarını gördü önce, o da mı yaralı diye düşündü safça. Sonra, giysisinin içine beceriksizce saklamaya çalıştığı, üzerinden hala kan damlayan hançeri fark etti. Duraksadı, öldürülmekten, izlediği bu adamın bir anda dönüp o hançerle kendisini de deşmesinden korktu. Oysa bu adam değildi asıl korkması gereken, çünkü o ölümün kendisi değil bir sureti, bir aracıydı sadece. Devam etti. Şimdi kara cübbeli, katil ve o peşi sıra yürümekteydiler konağın bilinmeyen derinliklerine doğru. Arka kapıdan dar bir sokağa çıktılar, oradan bir başkasına, sonra onunla kesişen bir diğerine. Sokaklardaki insanlar giderek daha kirli, daha vahşi, daha aç görünüyorlardı. Yoksulluk, kavga ve kan giderek artıyordu kentin dış çeperlerine doğru uzaklaştıkça. Bir göz odalarda, onlarca gözün yaşadığı bir sokağa vardılar. Odalardan birine girdi kara cübbeli kapıyı açmaya gerek duymadan, ardından genç adam kapıyı beş kez kısa kısa vurdu bir parola misali. Ürkekçe açıldı kapı, aralığından bir çift yeşil göz görüldü belli belirsiz, eşikteki el genç bir kadına aitti kuşkusuz. Girdiler.

-       Tamam mı, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, kafasını kaldırmadan.
-       Tamam, dedi genç adam, omuzlarını silkti, ne hissetmesi gerektiğini bilemeden.

       Yaklaştılar, zaten çok yakındılar, belliydi. Birbirlerine bakışlarından, bedenlerinin duruşundan, her şeyden. Âşıktılar. Belliydi. Ve güzeldiler. Gözleri, yüzleri, bedenleri ve ruhlarıyla. Temizdiler. O bembeyaz elbiselilerin tümünden daha paktılar. Şimdiye kadar. Üzerinden hala kan damlayan hançer yaşamlarına girmeden önce. Her şeye rağmen umut doluydular. Ne olurdu, zaten her şeyi olan adam O’nu da istemeseydi. Ne olurdu, her şekilde tatmin edilmiş ve çoktan sona ermiş cinselliğinin arzularına bu genç kadını da kurban etmek istemeseydi. Köle, hür, asil, köylü, barbar, kentli yüzlerce kadının üzerinde gezinmiş bakımlı elleri, bu güneşin bile dokunmaya kıyamadığı tene de dokunmayıverseydi. Sadece alabilecek olduğu için almasaydı.

- Gidiyor muyuz, diye sordu genç kadın, sesi titreyerek, umutla sevgilisinin gözlerinin kahverengisini arayarak.
-       Gidiyoruz, dedi genç adam, boğazı düğüm düğüm, gözlerini kaçırarak.

            Ama gidecek yer yoktu. Kaçacak yer yoktu. Gidilecek her yerde açlık, sefalet ve hastalık kol geziyordu. Ve kaçaklık. Ve tabi kölelik. Şu bir anlık şaşkınlıkları geçer geçmez peşlerine düşeceklerdi. Kellelerine ödüller koyacak, işleri kan dökmek olan adamları arkalarına takacaklardı. Ta ki o havuzu dolduranın iki katı kan akana kadar, ta ki bu güzel kafalar bu güzel bedenlerden zulüm altında ayrılana kadar… Uzaklarda intikam yeminleri edildi, keseler açıldı ve sikkeler saçıldı… Borular çalındı hemen ardından, miğferler giyildi, kılıç takımları şakırdadı ve atlara üzengiler vuruldu… Ve genç adam duydu kaderlerinin habercisi olan tüm bu sesleri.

-       Hazır mısın, diye sordu genç adam, çaresiz.
-       Hazırım, dedi genç kadın ve öteberisini doldurduğu çuvalı almak için arkasını döndü.

            İşte o zaman hançer yerinden çıktı. Üzerinde hala her şeyin sebebi olan adamın kanı vardı. Bu asil ve pis kanı elbisesinin eteğine sildi, hançeri temizledi. Sevgilisine, her şeyine, arkasından yaklaştı, sol eliyle belinden kavradı, her zamanki gibi kendi bedenine bastırdı, yüzünü saçlarına gömüp çiçeksi kokusunu içine çekti, bir kez daha, bir kez daha ve son kez. Bunu o kaybolup gittiği gözlerinin içine bakarak yapamazdı, onun o saf ve ümit dolu yüreğine sebeplerini açıklayamazdı, onun yaşayacağı acılara katlanamaz, onu bir kez daha koruyamamaya dayanamazdı. Kulağına eğildi, aşkını son kez fısıldadı ve “korkma, geliyorum” dedi. Sağ elindeki hançeri tek hamlede sevdiğinin kalbine sapladı, kızın sımsıkı sardığı vücudu sarsıldı, sadece bir kez, hiç sesini çıkarmadan can verdi, çabucak ve kolayca, ölüm meleği yanı başlarındaydı ne de olsa. Kucakladı onu, gözlerinden boşanan kanlı yaşlardan pek iyi göremez olmuştu; sevgilisini, günlerin ve gecelerin, güneş, ay ve yıldızların birbirine karıştığı, çimenlerden ve tüylerden daha yumuşak o taş döşeğe yatırdı. Uyuyormuş gibi görünen meleksi yüzünden son bir kez öptü, yanına uzandı. Hançeri son kez, bu kez kendi aşk dolu kalbini durdurmak için sapladı.      
 
            Kara cübbeli, işini bitirmiş de başka bir yere yetişecekmiş gibi saklandığı gölgeli, koyu köşede hareketlendi, kapıdan dışarıya doğru seğirtti. O da peşinden çıktı.

-       Gelme, dedi ölüm meleği.
-       Neden, diye sordu.
-       Yeterince gördün, dedi, senin zamanın gelmedi.

            Birkaç adım daha attı karanlık sokakta. O da peşinden gitti.

-       Cesurmuşsun, dedi ölüm meleği.
-       Hiç cesur olmadım, dedi.
-       Ama korkmuyor gibisin.
-       Beni götüreceğin yerde buradan kötü ne olabilir ki!
-       Daha göreceklerin var, dedi, senin zamanın gelmedi.

        Sonra, sonra o ses yeniden duyuldu, yine derinlerden, önce hafiften başladı, bir zayıf patırtı, sonra şiddetlendi ve keskinleşti, kulaklarında uğuldadı, ruhunu deldi geçti, bedenini aldığı yere bıraktı ve zamanı geri getirdi. Kendini kuru havuzun başında anlamsız gözlerle havuzun içine bakarken buldu. Cep telefonu durmaksızın çalıyordu, açtı. Arayan arkadaşlarıydı, endişeli ve kızgın sözlerine bir kuru “geliyorum” ile yanıt verdi. Çıkarken kapı eşiğindeki mozaiğin üzerine eğildi, ellerini ceylanın boynunda gezdirdi severmiş gibi, “korkma” dedi. Sonra avcı ile yeniden göz göze geldiler, elindeki mızrağa baktı, gülümsedi ve bir göz kırptı, “o elindeki bir işe yaramaz” dedi.    
Ekim 2012
Akdeniz

              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder