BURGAZ’DA DOLUNAY
Hiç
boşluksuz olmuş muydu içi, bilmiyordu. Muhtemelen hayır. En mutlu ve en canlı
hissettiği anlarda bile kendini, hep bir şeylerin eksikliğini duyumsardı içten
içe. Ve ruhunun o pek dolu ve yükselmiş olduğunu sandığı zamanları anımsadığında,
aslında tam olarak bilemiyordu mükemmele yakın hissettirenin ne olduğunu. Çok
sevilen bir sevgilinin doyumsuz kokusu ya da yalnızca onun gözlerine görünen ışıltıları
mıydı? Yoksa iyi bir iş başarmanın ve özendiği kimseler tarafından takdir
edilmenin verdiği haz mı? Belki de alelade bir mekâna girdiğinde üzerine
yönelen kıskanç bakışlar? Neydi bencil ve kendine tapan ruhunu doyuran, neydi
ki bugün zerresi bile bulunamıyordu bu yabancı sularda seyrederken…
Sabahın
ilk ışıkları ile birlikte her seferinde yinelenen, bilindik bir manzaraya
açmıştı gözlerini. Hiç haz etmediği sabah güneşi tenini yakıp yüzündeki
gençliği biraz daha akıtıp tüketirken gözlerinin kenarlarındaki
kırışıklıklardan, sahilde giderek belirginleşen binalara, yeni bir limanın tanıdık
mendireğine bakıyordu. Kıyıda, doğaya yapılan ayıbı hafifletir düşüncesiyle
olsa gerek, beyaza boyanmış birkaç büyük otel gördü; önlerindeki kumsala
yayılmış şezlonglar ve şemsiyeler seçilmeye başladı sonra. Aslında şehir yeşilin
içine gömülmüş gibiydi, tabiatla beraber yaşayabileceğimizi göstermek için
nafile bir çabanın ürünüymüşçesine. Neden sonra kumsaldaki insanları ayırabilir
oldu miyop-astigmat gözleri. Sabahın bu saatinde kumsalın kalabalığına şaştı,
öğleyin başlayan sert rüzgâr nedeniyle kent sakinlerinin erkenden denize
girdiklerine dair bir söylence geldi aklına sonra. Birisi mi söylemişti, bir
yerde mi okumuştu, bu kente mi aitti, bilemedi. Bir kez daha, gidilecek yer
hakkında önceden bir şeyler öğrenmek üzere kendine defalarca verdiği sözü anımsadı
ve alışkanlık edinemediği şeyler için -artık alışkanlık olduğu üzere- kendine
sağlam tarafından sövdü. Bu arada, üzerindeki binlerce ton yük yetmezmiş gibi;
onu, diğerlerini ve tümünün ağırlıkları ölçülemeyecek hikâyelerini yeni bir
limana taşıyan gemi usulca yol almaya devam ediyordu.
“Bütün
liman kentleri az ya da çok birbirlerine benzerler. Bazılarının tarihleri antik
çağlara uzanır; şarap, zeytinyağı ve baharat ticareti zenginleşmiş,
kalabalıklaşmış, başka diyarlardan gelen yabancılarla kaynaşmış, gemilerin ve
denizcilerin binbir ihtiyacını karşılamak üzere yapılandırılmış eski liman
kentleridir onlar. Bazıları ise, daha yakın günlerin gereksinimleriyle ortaya
çıkmış, zamanın ruhu ve tekniğini ile donanmış, binlerce insanın köle olarak
yüklenip boşaltılmasına, deniz ablukalarına, bombardımanlara, insanın nasıl
yüzdüğüne akıl sır erdiremediği büyüklükteki gemilere, devasa vinçlere ve göz
alabildiğine uzanan konteynır yığınlarına tanık olmuştur. Kimisi önemini
yavaşça kaybetmiş, zaman içinde yitip gitmiş, ıssız birer harabe kente
dönmüşlerdir. Yine de, o harabelere bile baktığında insan, hüzünle karışık bir
sıcaklık hissetmekten alıkoyamaz kendini. Çünkü liman kentinin konuksever ruhu,
yorulmak bilmeyen dalgalara eşlik ederek gezinir durur oralarda bir yerlerde. Geleni
geçeni ağırlamak ister de belki eski günlerdeki gibi, sesini duyuramaz,
sönmüştür çünkü fenerleri. Bozkıra, çölün ortasına ya da yüksek dağ yamaçlarına
kurulmuş bir kentin somurtkanlığı, kasveti, sert coğrafyasının halkının yüzüne
yansımış soğukluğu ve hoşnutsuzluğu hangi liman kenti ve insanıyla
karşılaştırılabilir... Gemiler gelir geçer limanlardan binlerce yıldır; doğuya,
batıya, kuzeye ve güneye giden gemiler. Fırtınadan, düşmanlarından,
korsanlardan, yurtlarından kaçanları, onları kovalayanları, maceraperestleri, tüccarları
ve kim bilir hangi yazgı ile kendini denizde bulmuşları taşıyan gemiler. Ve her
gemi aslında bir yabancı taşır limana; başka dilden ya da lehçeden konuşan,
siması pek tanıdık gelmeyen, hareketleri tuhaf, başlangıçta yadırganan ama daha
sonra alışılan, yabancı ama her insan gibi insan olan. Ve her gemi aslında bir
yabancı taşır limana; içinde bilinmeyen bir yere gelmenin heyecanla karışık
ürküntüsünü taşıyan; denizden yorgun; yaradılışının hammaddesine yönelik bilinçsiz
bir özlemle toprağa kavuşmak, değişik yüzler görmek, belki farklı lezzetler tatmak isteyen;
yüzleri tanıdık, mizaçları alışılagelmiş olmayan; anlaşılmaz sözler söyleyip
garip el kol hareketleri yapan; çeşit çeşit giysilere kuşanmış; insanlara ulaşmayı
içten içe arzulayan…” Daha da yazardı herhalde ama şimdi rıhtıma iyiden iyiye
yaklaşmış gemisinden dürbünüyle kentin ayrıntılarını incelemek daha çekici
geldi ansızın. Yeni kent, bir çırpıda ağızdan dökülüverecek bir ya da birkaç
özelliğiyle değil, keşfedilmeye, yaşanacak farklı etkileşimlere hazır haliyle, salt
“yeni” olduğu için karamsarlığını dağıtmıştı biraz, içindeki boşluğu daha az
duyumsamasını sağlıyordu. Zaten bu olmazsa olmaz bir şeydi, yoksa içindeki o
boşluk tüm ruhunu kavrayıp yok edecekti.
Çıktı,
çok yalnızlık çektiği o gemiden uzaklaşarak kendini kentin içine akarken buldu.
Limanın çıkışına doğru, totaliter rejimin artığı, köhneleşmiş ancak
zorunluluktan halen kullanılan, her şeye hâkim olma iddiasındaki bir düşüncenin
mimari yansıması binalara ilişti gözleri. Sonra da insanlara. Limanın büyük
giriş kapısının hemen dışındaki parkta gördü önce onlardan birkaçını. Hemen her
limanın yakınlarında bulunan kılıksız, ne iş yaptıkları ya da herhangi bir iş
yapıp yapmadıkları belli olmayan, ama aslında müşterileri tarafından kolayca
tanınan tiplerdi. Kentin ana caddesine doğru, kalabalıklaşan güzel insan
topluluklarını izledi. Yüzlerine, gözlerine bakarak ne düşündüklerini, ne
hissettiklerini, mutlu olup olmadıklarını anlamaya çalıştı. Bebek arabalarını araç
trafiğine kapalı ana caddenin taşları üzerinde iten anne-babalar, kızlı erkekli
grup halinde dolaşan yeni yetmeler, parklardaki oturaklarda kemiklerini akşam
güneşinde ısıtarak sohbet eden yaşlılar, buldukları her köşede buldukları her
şeyle bir an bile durmaksızın oyun oynayan çocuklar, yoldan geçenlere yere
serdikleri örtüler üzerinde türlü ıvır zıvır satmaya çalışan çingeneler gördü. Bir
şeyler atıştırmak için cadde üzerindeki masasına oturduğu kafede, yüzü gözü kir
pas içinde ayakları çıplak bir kız çocuğu gelip yemeğinden isteyince içi acıdı.
Tepsisini içindekilerle birlikte ikram ettiğinde kız çocuğunun yüzündeki tereddüde,
elini uzatırkenki ürkekliğine daha da üzüldü. Yaşamı koklamaya çalıştı,
insanlarla birlikte sokaklarda yürüdü, gelip geçenleri izleyebileceği kafelerde
oturdu, park köşelerinde oynaşan âşıkları süzdü. Öğleden sonra sertleşen,
kumsaldaki herkesi ve her şeyi yapışkan bir kuma bulayan rüzgârın yalnızca bir
söylence olmadığını yüzünde, gözlerinde ve teninin açıkta kalan her zerresinde
hissetti. Aslında gittiği yerlerde, kalitesini sınarcasına denize girmek gibi
bir huyu vardı ama nedendir bilinmez bu kez ayaklarını sokmakla yetindi. Ve
sonunda mutlu oldu bu kentin kendilerine -ve özellikle bedenlerine- özen
gösterecek kadar zamana, paraya ve bilince sahip, yaşama bağlı insanları adına.
Ve bir kez daha üzüldü kaçınılmaz bir şekilde içlerinden biri olduğu, ne için
yaşadıkları, hatta yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan kendi ülkesinin
insanları için.
Gün
ufkun altına indiğinde, kentin en yüksek ama aslında rakımı fazla olmayan
tepesine kurulmuş parkın içinden geçmiş, yüzünü denizden esen rüzgâra vermiş,
buradan pek engin gözüken ve bugün üzerinde tekinsiz bir sakinlik taşıyan
Karadeniz’i seyrediyordu. Yaz güneşi; replikleri tükenmiş ve artık iyiden iyiye
yaşlanmış duayen bir aktör edasıyla sahneyi terk ederken, kusursuz bir dolunay
final sahnesi için onun yerini ağırdan, hiç acelesi yokmuşçasına alıyordu. Bu
sahnenin, sayısı belki binleri bulan figüranları ise kumsalda geceyi kucaklamaya
hazırlanıyorlardı. Parktan merdivenler ile sahile inilen kısma büyükçe bir
konser sahnesi kurulmuş, içki stantları yerleştirilmiş, yemek reyonlarından
ızgara dumanları yükselmeye başlamıştı. Çoğunluğunu henüz lise çağındaki
gençlerin oluşturduğu gruplar, ellerinde çeşit çeşit içecekler, gece boyunca
kâh yenilecek kâh birbirlerine fırlatılacak atıştırmalıklarla kumsalda hem
sahneyi görebilecekleri hem de çok ayakaltında olmayan güzel bir yer kapmanın
telaşı içindeydiler. Çalı çırpılar toplanmış, parktan kurumuş ağaç dalları
taşınmış, her ihtimale karşı bir yerlerden gaz yağı bulunmuş, öbek öbek ateşler
tutuşturulmaya çalışılıyordu. Henüz sahnede ses düzeninin akortları yapılırken,
ateşin etrafında toplanmış gruplardan yükselen gitar sesleri diğer tüm sesleri
bastırmaya başlamıştı bile. Daha hazırlıklı ve geceyi sabaha taşımaya kararlı
olanlar, kamp çadırlarını ve kalın kıyafetlerini beraberlerinde getirmişlerdi
yaz gecesinin olası soğuğuna karşı.
Figüranlar
içinde, birkaç şarkı dinler giderim diye düşünen, çoğu otuzlarında veya
kırklarında ama onca taze gencin içinde olduklarından daha yaşlı gösteren
insanlar da vardı. Gençlerin aksine, oturduklarında gece dışarı çıkmalık
elbiselerinin kirleneceği kaygısıyla kumsaldaki az miktardaki kayanın bulunduğu
yerde toplaşmışlardı. Böylece, genç kızlar ve delikanlılar kendilerini umarsızca
gecenin gebe olduğu heyecanlara kaptırmak için sabırsızlanırken, bazılarının o
gençlerin anne-babaları oldukları her hallerinden belli olan daha yaşlılar ise “toplumsal
sorumluluk” başlığında toplanan belirsiz şeylerin ve can sıkıcı yetişkin
mantığının yükü altında, türlü düşüncelerle gecenin getirebileceği sürprizlere
karşı kalkanlarını yükseltiyor ve eve dönecekleri saati hesaplıyorlardı. Ve
aslında istinasız hepsi içten içe, şimdi ateşin etrafında türlü şaklabanlıklar
ile kızların ilgisini çekmeye çalışan delikanlılara; birbirine sokulmuş
kıkırdayan, kim bilir hangi yakası açılmamış dedikoduyu kulaklarına fısıldayan
ve türlü bahaneyle etrafta salınan genç kızlara özeniyorlardı. Sahnede yer
almaya başlayan yerel-amatör müzik gruplarını izliyor, beraberlerindeki eşleri
ya da arkadaşlarıyla ilgileniyormuş gibi görünürken, ilk gençliklerinin, ilk el
ele tutuşmalarının, ilk öpüşmelerinin, bu veya başka bir kumsalda ya da bir
parkta ya da okulun arka bahçesinde yaşanmış tatlı anılarında gezintiye
çıkmışlardı. Platonik bir aşkın çoktan unutulmuş sanılan bir anı, artık dillere
destan kestane rengi saçlarını özel günler dışında hep toplu bulunduran kadının
gözlerinde gizlemesi kolay küçük bir damla yaş oluverdi. Bir süredir
elektrogitar sololarını çok gürültülü bulan yanındaki adamın yüzündeki hınzır
gülümseme ise, yine böyle bir gecede, az ilerdeki gibi bir kumsal ateşi
söndükten sonra yaşananlara aitti.
Dolunayın
güneşten alıp yumuşatarak mor-mavi dünyaya sunduğu, denizin dalgaları ile
kıyıya vuran, kumsaldaki gençlik ile birleşip müzik, neşe ve ateş olarak göğe
yükselen bu enerji, ruhunun direnebileceğinden çok fazlaydı. Kendini yavaşça
gecenin akışına bıraktı; merdivenlerden aşağıya süzüldü; kulakları müziğe,
ayakları kumsala, teni ateşe, dili içkiye ve gözleri yalnız başına oturan bir
güzele çekti onu. Sahneyi hafif sol çaprazdan gören, kayalar etrafında
yoğunlaşmış orta yaşlılarla, kendi gürültülerini üreten kamp ateşi gruplarının
arasında bir yere bırakıverdi kendini. Galiba iki tarafa da ait hissetmiyordu,
ne yeterince yaşlı ne de yeterince gençti. İnsan hissettiği yaşta ise eğer, bu
gece yerinde duramayan yeni yetmeler ile aşık atabilir gibiydi; yine de beli
ağrımadan bu şekilde ne kadar oturabileceği sorusunu tetikleyecek sinyaller
gönderiyordu kasları beynine.
Yerleştiği
konumdan, sahnede bozuk İngilizce aksanıyla “Sweet Child O‘Mine” söylemeye
çalışan solisti ve onu daha da kötü göstermek istercesine şarkıyı gayet iyi
çalan müzisyenleri izlerken, gözleri bir taraftan da kısa siyah elbisesiyle, babet
ayakkabılarını hemen önüne çıkararak kuma oturmuş sarışına kayıyordu. Sol
tarafı oldukça kısa kesilmiş, uzun kalan kısımları yüzünün sağ yanını kapatacak
şekilde çenesine kadar bırakılmış saçlarıyla kalabalıktan bir çırpıda
ayrılıveriyordu. Başını müziğin ritmine uydurduğunda, uzunca küpeleri ay
ışığında parıldayarak sallanıyor, yüzünü saklayan saçların hareketiyle sadece
anlık olarak görülebilen profili merakını uyandırıyordu. Müzik ile boyanan bu tabloya,
sağ ayak bileğindeki halhalın nasılsa o gürültüde kolaylıkla ayırt edilebilen
hoş tınısı küçük ama belirgin bir fırça darbesi olarak ekleniyordu. Kendini
neredeyse tüm benliğiyle müziğe kapılmış bulduğunda, bunun o çok sevdiği şarkıdan
mı, elinde biraz da hızlı şekilde yudumlamakta olduğu içkisinden mi yoksa az
ötede oturan sarışının vücut hareketlerine uyma dürtüsünden mi kaynaklandığını
bilemedi. Aslında bu sorunun yanıtı ne çok önemliydi bu anda, ne de çok
umurundaydı. Her zaman gündüze yeğlediği gece, sanki bütün hünerlerini
sergiliyordu şimdi onun için. Her şeyi, tüm gerçekliği ve dolayısıyla
çirkinliği ile yadsınamayacak biçimde gözlerinin önüne seren güneşin parlaklığı
yerine, istediği gibi görmesine ve düşlemesine izin veren, ama bir yandan da ruhunun
zifiri karanlık tarafından ele geçirmesini engelleyen bir sıcak ışık sunuyordu
yaz gecesi.
Oldum
olası özgürlükle zaman arasında yakın bir ilişki olduğuna inanırdı; ne kadar
kurtulabilirse zamanın kıskacından, saate bakmaktan ve bir yerlere yetişmekten
ne denli uzak kalabilirse o kadar özgür duyumsardı kendini. Ne var ki,
insanların tamamının hız tutkusuna kapıldığı sanrısı yaratan 21. yüzyılın yaşam
temposunda, mesleği olan denizcilik de içinde yaşadığı büyük ikilemden başka
bir şeyi temsil etmiyordu aslında. Ufukta karanın görünmediği denizlerde duyduğu
özgürlük hissi, limana yetişmek adına rüzgâr, akıntı ve deniz durumuna göre
sürekli güncellenen bir zaman hesabıyla bastırılıyordu onun için. Bu yüzden,
zamanı yalnızca güneşin ve ayın yüksekliğine bakarak anlayan, rüzgâr
olmadığında yol alamayan ve yaşamları kendisine göre kesinlikle daha yavaş akan
eski zaman denizcilerine öykünürdü. Başını olabildiğince yukarı kaldırdı ve
dolunaya baktı; zaman kavramının kaybolmuşluğundan memnun, özgür, gözlerini kapatıp
etraftaki gecenin birbirine karışan binlerce sesini içine çekti. Sözlerini
anlamadığı yerel şarkıların melodileri, sahil ateşlerinde tükenen odunların
çıtırtıları, kıyıda kırılan dalgaların foşurtusu, kahkahalar, bağırışlar,
çığlıklar, etrafta devam eden eğlencenin kaynağı anlaşılamayan daha nice sesi, şans
eseri bir araya gelmiş büyük bir orkestranın doğaçlama ama olağanüstü
performansı gibi geldi ona.
Yüzünün
sol tarafında hissettiği hafif sıcaklıkla kumların üzerine döndü tekrar. Üzeri
çıplak kaslı vücudu, uzun simsiyah saçlarıyla sahildeki kızlar tarafından
oldukça yakışıklı bulunduğu kolayca anlaşılan bir genç, yanan bir meşaleyi
süratle etrafında çeviriyor, arada bir ağzına yaklaştırarak hayret nidaları ve
alkışlar altında iki-üç metre ileriye alev püskürtüyordu. Hokkabazın gösterisi
genç kızların olduğu kadar ilgisini çekmedi; yalnız, onun üflediği alevler bir
süredir unutmuş olduğu sarışını da biraz rahatsız etmiş olsa gerek, kızın
başını ona doğru çevirdiği ve göz göze geldikleri bir an yaşandı. Arkasından
yükselen alevlerin cezp edici ışığı altında aydınlanan yüzü, kuzey halklarına
özgü çıkık elmacık kemikleri ve keskin hatlarıyla uyum içinde hafif, zarif, var
olup olmadığı konusunda insanı tereddüde düşürecek bir gülümseme taşıyordu. Kahverengi
olduğunu sandığı gözlerinde sakin ve güvenli bir edayla doğruca gözlerinin
içine baktı. Bu anın ne kadar sürdüğünü bilemedi; galiba ateş üfleyenin bir
alevi parlayıp sönene kadar; ama geceyi mükemmele eriştirmek için yeterliydi. Oturduğu
yerden doğruldu ve ona doğru yöneldi. Sarışın, başını yeniden sahneye çevirmiş,
yüzünün sağ tarafını saçları ile saklamış ve fakat onun yaklaştığını
bilirmişçesine bekliyordu.
Birden
duraksadı, niye yerinden kalktığını ve kıza doğru ilerlediğini sorguladı. Ne
istiyordu, ne söyleyecekti ya da herhangi bir şey söyleyecek miydi?
Gülümsemesinden mi cesaret bulmuştu yoksa o an yaşanmasaydı da yanına gidecek
miydi? Kendini son derece iyi hissettiği bu geceyi, sarışından duyabileceği
birkaç olumsuz sözle berbat etmeye değer miydi? Nefret ettiği reddedilme duygusuyla
bir kez daha yüzleşmenin zamanı mıydı şimdi? Ruhunu gecenin coşkusuna kaptırmış
ve karşılıklı yaşanan o anın etkisiyle ilerliyordu ama zihni de türlü olasılık
hesaplarıyla yavaşlatmaya çalışıyordu onu. Ama çoğu kez galip gelen öz-denetim mekanizmasının,
içten içe hissettiği, bu gecenin sonunda aradığı yanıtları bulabilme olasılığına
karşı hiç şansı yoktu. Plansızdı, geceyi nasıl bitirmek istediğini
hesaplamıyor, sadece şu anda onun yanında olmak zorunluluğunu hissediyordu ve
devam etti. Hiçbir şey söylemeden kızın yanına, müzikle hafifçe sallansa
omuzlarının değebileceği, kokusunu alabileceği, mırıldanmalarını duyabileceği,
varlığını hissedebileceği kadar yakınına oturdu.
Sarışın
dönüp bakmadı bile, hiç istifini bozmadan kent lisesinin öğrencileri olduğu
yaşlarından ve hayran kitlesinden anlaşılan grubu izlemeyi sürdürüyordu. Yine
de, artık karşı konulması son derece güç bir dokunma isteği yaratan saçlarının
kenarlarından gülümsediğini görebiliyor, çıplak omuzlarının ve sırtının hafifçe
gerginleşmesinden kendi varlığının yarattığı etkiyi gözlemleyebiliyordu. Ne
yapacağını bilemedi ya da herhangi bir şey yapmak istediğinden emin değildi.
Aslında her şeyin yeterince iyi olduğunu duyumsadı içinde; mükemmel bir gece
için hazırlanmış sahne sarışın güzelin şu anda yanı başında hissettiği varlığı
ile adeta tamamlanmıştı. Hiçbir şey yapması gerekmiyordu, hiçbir şey
söylemesine, hiçbir harekette bulunmasına gerek yoktu. Tensel dokunuşlar ile
karşılaştırılamayacak ölçüde ruhuna dokunuyordu gece ve hissettiği, her şeyin
ötesinde bir doygunluk hali idi. Orada öylece oturmak istedi yalnızca; geceyi,
müziği, gençliği, rüzgârın taşıdığı deniz kokusuyla karışan sarışının enfes
varlığını solumak. Ve öyle de yaptı, ne kadar sürdü tüm anlayamadı, içkisi
bitene, ateş üfleyenin nefesi tükenip gidene kadar mı, yoksa ateşler sönmeye
yüz tutup son grup iki bisten sonra sahneyi terk edene kadar mı? Yan yana
oturdular, hiç konuşmadan, bir daha hiç göz göze gelmediler. Korkuyorlar mıydı;
tekrar göz göze gelirlerse olabileceklerden, geceyi şimdiye kadar mükemmel
kılan bu sahnenin tüm oyuncularını ve dekorlarını bir kenara atıp karşılıklı
oynayacakları oyundan. Bu sorunun yanıtı hiç verilemedi. Onlar, birbirlerinin varlığı
ile ruhlarını besleyerek öylece oturdular. Ve mutluydular. Neredeyse hiç
yabancılık çekmeden, kolayca ve sessizce anlaştılar. Olasıdır ki her ikisi için
de aynı anlamı taşıyordu gece ve galiba ikisinin de mükemmel geceyi tamamlamak
için ihtiyaçları olan birbirleriydi. Bir iki kez, ister istemez, omuzları
birbirine dokundu, aralarındaki sessiz iletişim tenlerinden geçerek içlerine
aktı. O kısacık anlarda daha mutlu ve daha tam hissettiler kendilerini, yine de
hemencecik çektiler kendilerini geri…
Sonra,
dolunay eşsiz bir selamla izleyicilerine veda etti. Yarattığı etkiden son
derece hoşnut, gururlu ve mağrur, bu rol işte böyle oynanır dercesine selamladı
dünyadakileri. Çıkmadan önce üstadını davet etmeyi de ihmal etmedi. Güneş, yüzü
doğuya çevrili liman kentinin üzerine ışıklarını salmak üzere kafasını kaldırdı
ufuktan. Ve tüm geceyi neşe ve kahkaha içerisinde dertsiz, tasasız, yaşayarak geçirenler,
kumsalda uzanmış oldukları yerlerinden doğruldular. Çadırların içinde ve
kumsalda sevişenler, koyun koyuna sabah ayazına direnmeye çalışanlar yavaş
yavaş, her hareketlerinde yaşamanın başlı başına bir lütuf olduğunu hissederek
ayaklandılar. Her yıl 1 Temmuz’da, yazı karşılamak üzere gerçekleştirdikleri
ritüeli bir kez daha tekrarlamaya koyuldular. Üzerlerindeki tüm kıyafetlerden
kurtularak yaratıldıkları, doğaya sunuldukları öz hallerine döndüler.
Tenlerinin her köşesinin yeni doğan güneşle yıkanmasına izin vererek, kâh el
ele tutuşarak kâh yalnız, kimisi biraz utanıp sıkılarak kimisi son derece
rahat, bazısı yavaştan ve sakınarak bazısı coşku içinde koşarak denize
yöneldiler. Sanki güneş kollarını açmış, onları özenle aydınlattığı denize
çağırıyordu. Hepsi, karşı konulması bir küfürmüşçesine bu çağrıya uydular.
Karadeniz hiç de kara, korkutucu ve öfkeli değildi bu sabah, suları berrak ve
pırıl pırıl görünüyordu, bir dinginlik hali vardı üzerinde, güneş dalgacıklar
üzerinde kırıldıkça kendisine yaklaşan gözleri kamaştırıyordu. Denize
kavuştular, sabah serinliğinde ürpererek, çıplak bedenlerini suya bıraktılar.
Ruhlarını doğaya teslim ederek arındılar, kendilerini yeniden bu dünyanın bir parçasıymış
gibi duyumsadılar.
Onlar
da kalktı. Sarışın, zaten bir süredir başını omzuna yaslamış, o da bu durumdan
hoşnut gecenin keyfini çıkarıyordu. Gün doğumuyla sarı saçları daha da göz
alıcı hale gelmişti. Etraftaki insanlar denize yönelmeye başladıklarında kız
başını omzundan kaldırdı, kumsalda saatlerdir oturmaktan ağrımış omuzlarını ve
sırtını açmak için kendisi için son derece alelade, o anda onu izleyenler içinse
harikulade birkaç esneme hareketi yaptı. Sonra beklenmedik bir çeviklikle ve
neşeyle ayağa fırladı. O ayağa zıplarken üzerindeki kısa gece elbisesi de gören
hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı şekilde havalandı, sonra da kendiliğinden,
kızın kusursuz vücuduna oturuverdi. Şöyle bir etrafına bakındı, güneşi yüzünün
pürüzsüzlüğünde hissetmekten memnun gülümsüyordu. Her şeyi başlatan sıcak ve davetkâr
gülümseyişini sanki hiç tükenmeyecekmiş gibi yüzünde taşırken, elini zarifçe ona
uzattı ve bekledi. Bütün bu hareketler süresince zaten gözlerini kızdan bir an
bile ayıramamıştı. Gözlerinin saatler sonra yeniden buluşmasına sevindi, kendisine
uzatılan bu meleksi eli geri çevirmesine imkân yoktu. Eli, kızın incecik
parmakları ve yumuşacık dokunuşuyla buluştu. Ondan aşağı kalmayan bir enerjiyle
yerinden hızla kalkarak doğruldu. Şimdi, ayakta, karşı karşıya, bedenleri
neredeyse birbirine değecekmiş gibi, gözlerini kırpmaya çekinerek birbirlerinin
gözlerinin içine bakıyor ve gülümsüyorlardı. Sarışın, gözlerini gözlerinden hiç
ayırmadan ve sanki onun da ayırmasına izin vermeden, önce üzerindeki elbisenin
askılarından, sonra da geriye kalanlardan kurtuldu.
Aslında
çıplaklık konusunda hiçbir zaman rahat olmamıştı ama bugün bu liman kenti ona
unutulmayacak bir gece hazırlamıştı. Akşamdan beri kendini kaptırıp koyuverdiği
hiçbir şeyden pişman olmamıştı, aksine ruhunun yeniden doygun hissettiği
mükemmel bir geceyi yaşıyordu. Şimdi de, karşısında gözlerinin içine bakan ve
büyüleyici gülümsemesiyle ona her şeyi yaptırabilecekmiş gibi görünen bu
güzellik karşısında çırılçıplak kalmak ve bu sabahki büyük ritüelin bir parçası
olarak güneşi, denizi, yaz mevsimini ve doğayı selamlamak üzereydi. Yine de,
zihninin bilinmeyen bir köşesinde, kişiliğinin derinliklerinde ya da genlerinin
keşfedilmemiş bölgelerinde yaşayan; ailesinden, toplumdan ya da kaynağı
belirsiz bir yerlerden öğrenilmiş bir şeyler alıkoyuyordu onu, şu anda etrafındaki
yüzlerce çıplak insan arasında fark edilmeyecek bile olsa çıplak kalmaktan. Güzellik,
yaşadığı ikircikliği gözlerinden anlamış olsa gerek, daha da sevecen
gülümsemeye başladı ona ve daha da güzel baktı gözlerinin içine. Ellerini
uzattı ve yanaklarından hafifçe dokunarak yüzüne avuçlarının arasına aldı.
Parmak uçlarını usulca yüzünde gezdirmeye başladı, şakaklarından alnına uzandı
ve gözlerine doğru indi. Ufak bir hareketiyle gözlerini kapatmasını sağladı ve
parmaklarını göz kapaklarının üzerinde tuttu bir süre. Gözlerini kapattığında,
kendini çok rahatlamış ve mutlu duyumsadı, gözlerinin önünde milyonlarca
yıldızla bezenmiş bir gece görüntüsü belirdi. Samanyolu beyaz bulutsu
uzanıyordu bilinmeyen bir başlangıçtan bilinmeyen bir sona doğru ve manzara
gerçekten insan algısının ötesinde görkemliydi. Gök kubbenin derinliklerinde
kaybolup gitmemek imkânsızdı ama belki de insanın yeniden yolunu bulmak
istemeyeceği tek kayboluş bu olurdu. O, yıldızlar arasındaki varış noktası
belirsiz düşsel yolculuğuna devam ederken, kız elleriyle göğsüne uzandı ve
gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Üçüncü düğmeden sonra kendisi devraldı.
Hiç gözlerini açmadan, yıldızları düşleyip sarışın güzelliğin karşısında duran
sıcak varlığını hissetmeyi sürdürürken kıyafetlerinin hepsinden kurtuldu ağır
ağır. Kıyafetleri ile birlikte büyük bir yük attı sanki üzerinden, yüzyılların
taşıyıp getirdiği ve üzerine giydirdiği görünmez bir elbiseyi de çıkarıp
kumların arasında kaybolmak üzere bırakmıştı sanki. Ve çok özgür duyumsadı kendini,
her şeyden bağımsız ve bağlantısız, en çok kendisi gibi, en saf ve doğaya en
yakın.
Gözlerini
açmaya cesaret ettiğinde sonra, güzelliğin aynı sevecenlik ve usanmazlıkla ona
bakmayı sürdürdüğünü gördü. İster istemez elini kızın saçlarına götürdü, rüzgârla
sağ gözünün üzerine düşmüş sarı saçları biraz geriye attı. Sonra, bir an geldi
el ele tutuştular, mükemmel gecenin kumsal üzerinde bıraktığı ayrıntılardan,
hala dumanı tüten ateşlerden, içki şişelerinden, kırık çam parçalarından ve
insanların sayısını artırmayı matah bir şey sandığı her türlü “şey”den
sakınarak denizin hafif çırpıntısı üzerinde gözlerini kamaştıran güneşe doğru
yöneldiler. Güneş tenlerine değdi, içlerini ısıttı ve dostça karşıladı onları.
Ona ulaşmak için, belki de insanın dünya üzerinde yarattığı ilk yapaylık olan
giysilerinden kurtulmuşlardı; şimdi de bedenlerini ve ruhlarını arındırmak için
kendilerini denize teslim ettiler.
Eylül
2012
Akdeniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder